Kendi bitimsiz yangınlarında kanaya kanaya ağlar da ağlar ağıağaçları. Kavrulgan dallarında kanlı mı kanlı umutsuzluk ekecekleridir onların olanca solgun açılgaları. Siz işitmez misiniz!?: Geceleri en yaman karabasanlarımı çoktan, hepten ölmüş yıldızlara anlatadurur ağıağaçları. Bir onlar anımsar, anar kutlu, gelgelelim değeri bilinmemiş ölgün adımı. Görmez misiniz? Çöl yelleriyle ırgana ırgana unutulup yadsınmış çocukluklara uzanır umarsızca ağıağaçları. Of, ben bulunduğum yerde miyim, bulduğum yerde miyim? Bunu ben ne bileyim! Sorarsanız yanıt verir size, sonra ağıtçı kumruları bağırlarına basar ağıağaçları. Ancak, siz var mısınız, var mısınız “güzel yaşam”a? Ben var mıyım peki? Bakın, ben yalnızca güzelliğe varım da vara vara vardım kapkara taşlara! Yoksa yıkıldığı gün tozan yar mıyım ben? İnan ola, ben bunu da bil(e)mem. (Bilmediğimi bile bil[e]mem. [Öyle yakıcıdır gönlümün dinmez ağrısı.])
Oysa bilecendir, soysuzla yolsuzla konuşmaz, argına yorguna gölge salar tozlu yol kıyılarında ölmeye bırakılıp belleksizce unutulmuş ağıağaçları. İşte, ben gidiyorum!: Yola çıkan yolda kalmaz, yolunca giden yorulmaz, iyi iyiliğinden azmaz… (Budur benim yolum: Dönen döne. Ben dönmem yolumdan. Yolumdan dönüp yoksun mu kalayım!). Gelgelelim siz Godo’yu bekliyormuşsunuzcasına – şimdi bile – neyi umuyorsunuz a en eski çocukluğumdan-kalma utangaç ağıağaçları?! Bir kezinde Kuzgun “Bir daha yok!” demişti de uzun uzun sustuydu ağıağaçları. “Yok ölümü”nde ölürken bozmuştu suskunluklarını, “‘Yokluk’ yok!” demişti bilgece, kuzgunlara sonsuzlayın küskün kalacak ağıağaçları.
Sonunda Sisiphos bıkıp usandı durmaksızın boşu boşuna kaya yuvarlamaktan. Kafka pek utanırdı görseydi bütün bu Kafkacalıklardan. Raskolnikov’u gördüm demincek yolda, “Yazık, Sonya’yı yitirdim! Öldürebileceğim yaşlı bir tefeci kadın tanıyor musunuz?!” diye sordu bana. “Ben bilmem, hiçbir neni bilmem. Ağıaaçlarına sorun: Ancak onlar bilir: Onlar bilecendir.” diye yanıtlayıp hızla uzaklaştım ondan da. Öbür adı Bulunmaz Yitikler Çıkmazı olan Albert Kamü Arayolu’nun kıyıcığında, ağıağaçlarının duldası altında soluklanıyorken birdenbire anladım bütün sorunu: “Turgut Uyar doğru söylemiş: Gülü değil, ‘ölü’yü gözlüyorlar!” diye haykırıverdim sessizce sonsuzluğa. “He…” dedi susarak ağıağaçları üzünçlü üzünçlü; oyuncakları ellerinden alınıp kırılı-kırılıvermiş öksüz, yitik çocuklar gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı neden sonra. Bakındı, biz büsbütün öldürüldük ağıağaçları! Ancak – ah, yiteğen umut, vah yitik gönlümün biricik yakıtı sevi! – bizi dirilten biri hiç mi hiç olmayacak mı?!