“Seninle başladı bitsin seninle…”
Gülüm! …
… diye başlardı değil mi eski mektuplar? O, bir ömre göre çok kısa bir zaman içinde paylaşılan ama uğrunda bir ömür verilebilecek mektuplar..
*
“Ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık?
Ah! Kaldırımlar biliyor, Bir devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü, ilkyazdan şendik.”
*
“Geldi mi, gelecek mi? Acaba gönderdi mi? Neden hala gelmedi ki? Yoksa geldi de elime ulaşmadan başkası mı aldı?” gibi ardı arkası hiç kesilmeden akla gelebilen onlarca soru ve o sorularla birlikte kalbinde yada mide boşluğumda bir yerde yada ikisinde birden aynı anda inceden sızlayan bir acı, daha doğrusu acı mı, sancı mı, neşe mi, zevk mi, dert mi keder mi ne olduğunu bilemediğin, anlamlandıramadığın, adlandıramadığın ama adına her ne desen doğru olacak duygular karmaşası nasıl da güzel meşgul ederdi hayatımızı?
Ya elimize aldığımızda o kâğıt parçalarını? Sen, kağıt parçası dediğime bakma bir padişah fermanından daha da kıymetli oluverirdi, içinde ne yazarsa yazsın senden gelen küçücük bir kağıt parçası.. ve en nadide mücevherlerin ederi bile o değere denk düşmezdi.
Yıllar sonra bir daha ve bilmem kaçıncı kez daha okunduğunda bile hala o ilk anın (şimdi maalesef çok uzağında olsak da) heyecanını ve sevincini yaşatan mektupların da olmasa...
*
“Çoktan unuturdum ben seni çoktan
Ah! O mektupların gözü kör olsun..”
*
Nasıl da güzel kokardı her bir yeri. Ee, elin değmiş, gözün süzmüşsün, nefesin akmış üzerine, umutlarımız dolanmış kelimelerine daha mı güzel kokmasın? Ve nasıl da farklı bir rayihası vardı ki bunca zaman geçmesine rağmen hala duruyor öylece? Şimdi hayatımızın her alanının sanallaştığı bu ortamda ortama uygun bu sanal mektup aynı hazzı verir mi sana?
Olsun.. ne fark eder ki? O vakitleri hatırlatacak bir yeni başlangıçsa bu, nasıl olduğunun ne önemi var? Oldu ya, olana şükretmek gerek.
*
“Geçmez günler, geçmez aylar, geçmez zaman
Ne olurdu bu baharda yanımda olsan?”
*
Şu kadarcık şeyi yazabilmek için ne kadar vaktim gitti bilemezsin. Kaç ara verdim, kaç bardak çayı/kahveyi devirdim.. Neden hep en zor mektuplarımı sana karşı yazıyorum? Benim dertlerimin babası sensin sanırım, ondan.. (Keşke ben de senin keyfinin kahyası olabilse(ydi)m. Ne derdim olursa olsun; beni anlayacağını ve “ona göre” bana yaklaşacağını biliyorum. ("Yıllar sonra gene mi bu söz yahu?" dediğini duyar gibiyim. Üzgünüm. Hatırlatmak istemezdim; “Ben zor insanım. Kabul edemem öyle her şeyi. Hayata karşı bir duruşum, çare bulmayacak yaralarım var. "Ona göre" at adımlarını. Herhangi bir şey için sana söz de veremem ümit de.. Bunu bil.. "Ona göre ...”
Zor. Gerçekten… Sana yazmak normalde de zor. Hele de benim durumumda bir adam için çok daha fazla zor. Neyi, nasıl, neden, nerden anlatıp, ne için, nasıl, neden, hangi yüzle medet umabilirim ki şimdi?
*
“Gelmez o günler,
dönmez o günler
Mazide kaldı hep.
Verilen ilk mektuplar
İlk yeminler, ilk sözler
Mazimde kanatlandı
İçimi yakan gözler…”
*
Ne güzel bakardı gözlerin. Ne içten.. Ne yakıcı.. İtiraf etmeliyim ki; bi o kadar da masumdun. Bakma sen benim sana; "Erkek gibisin" dediğime. Sen, en dişi yanınla salınırken öylece, ben ardından sessiz kelimeler üflüyordum kulağına aşk adına.. Haykıracak nefesim yoktu çünkü, güçsüzdüm, yenik ve yıkıktım. Şimdiki gibi..
Sanırım bizim kaderimiz bu. Benim en kötü anlarımda sen hayatıma giriveriyorsun. Yükümün bir kısmını sırtlanıp yitiyorsun.. (Bu kez öyle olmasa.. Olur mu ?)
Üzgünüm.. Gerçekten..
Çok daha farklı olabilir, çok daha güzel yaşanabilirdi her şey.. Benim aklım, seninse sabrın yetmedi. Şimdi o vakitlerden daha kötü bir ortamda tekrar buluşturdu bizi kader. (Görelim Mevla neyler?..)
O zamanlar; Haydi! deyince vazgeçebilirdim her şeyden, herkesten, şimdiyse benim değil başkalarının (pranga vurulmuş) iki dudağı arasında (bir kör kuyuda, girdaba yakalanmış) mutluluğum.
Aslında bir özür mektubu değil bu ya da pişmanlıklarımı arz edeceğim ve ardından sevgini dileneceğim bir dilekçe de değil.
Üzgünüm.. Gerçekten..
*
“Şimdi asla pişman değilim.
Yaşadığım her şeyin bedelini ödedim.”
*
Bil, Gülüm!
Ben, herkesin çok akıllı sandığı ben, çok yanlışlar yaptım, çok yaş tahtaya bastım. Daha ne kadar sürer bilmiyorum ama sonu olmayan yollara girip içinden çıkılmaz bataklıklara saplandım. Çırpındım çıkmak için, çırpındıkça daha çok battım. Hayat, bir yerlerimi kanatıp acıttığında daha mutlu olurum sandım. Yanıldım.. Her yerim kanayıp acıdığı halde mutluluktan bir nebze pay alamadım. Bakma sen yüzümün sahte tebessümlerine, sesimdeki kahkahaların yüksekliğine.. Hepsi belki bastırır sancılarımı düşüncesiyle…
Şimdilik bu kadar yeter sanırım. Üzerinde durdukça acılar; daha sık geliyor ve hiç gitmiyorlar. Sana dair düşüncelerim belki bir sonraki mektubumda.. Bir sonraki mektup olursa…
Senin doğum günün bugün ve ben neler saçmalıyorum..
İyi ki doğdun Gülüm! İyi ki doğdun da başıma bela (!) oldun.. Sen; umarım arzu ettiğin tüm güzellikleri yaşar, ve umarım pişman olmayacağın bir hayat sürersin. Bense; umarım başımdaki belamla (!) ölürüm.. Sen (nasıl olursan ol) ama yanımda ol yeter. Daha önce de belirttim, iki samimi kelam ve içten bir gülümsemenden başka yok isteğim. (Sen fazlasını verecek olursan da geri çevirecek kadar aptal değilim _artık_ )
(Bu dünya var olduğundan beri, bir önceki cümlemin, bir sonrakiyle çeliştiğine şahit olmadı kimse ama kendimle çelişmek adına da olsa) Hayatta karışılacak ne varsa birlikte karışmak dileğiyle..
Hoşça-kal…
“Hiç, Veda olmasın.
Hoşça kalınmasın.
Hiç hoş olmuyor,
Hoşça kalınmıyor.
Kim kalmış ki,
Hoş ve yalnız? … ”