1998 yılının Haziran ayıydı. 5 erkeğin ardından gelen, haliyle hepimiz için farklı bir ilgi ve sevgiye mazhar olan kız kardeşimle birlikte babamın manav dükkânının önündeydik.
Güneşli güzel bir havada hem muhabbet ediyor hem de rızkımızı çıkartmaya çalışıyorduk.
Sonra birden daha önce hiç duymadığımız garip sesler duyduk, ardından korkutucu bir uğultu yükseldi yerin altından. Ne olduğunu anlama çalışıyorduk. Bir de baktık ki evler sallanmaya başladı.
Sadece evler mi, sarsıntıdan yolda giden arabaların seyri değişiyor, kendini sokağa atan insanların feryatları bile göğe yükselirken sallana sallana yükseliyordu.
Evlerin balkonlardan, damlarından tuğlalar, briketler caddeyi kapatmaya başlamış sonra bazı yaşlı evler hafiften yana doğru yaslanmıştı. Hani bu kadar sık, yan yana olmasalar belki birçoğu o an yıkılıverecekti.
Hayatımızda ilk defa yaşadığımız bu tarifsiz anda kardeşim ilk olarak; "Ne oluyor?" diye sordu. Ben panik olduğumu hissettirmemeye çalışarak "Deprem" dedim. "Geçer şimdi."
Hiç zamanın göreceliğini duydunuz mu? Bazen standart olarak değerlendirdiğimiz bir saniye birileri için bir ömür başka birileri için de bir saat, bir an gibi algılanır. İşte öyle bir hali yaşıyordu herkes.
Kardeşim bir süre sonra (işte saniye mi, saat mi, gün mü, ay mı bilemediğim bir süre sonra); "Neden geçmedi?" diye sordu. Bu kez yoktu verecek cevabım. Sallandık, sallandık, sallandık.
Bugün (belki adımızı, memleketimizi ve yaşımız ancak söyleyebileceğim) standart olarak değerlendirdiğinizde yaklaşık yarım dakikalık bir süre boyunca sallandık. Şimdi bir Fatiha'yı anca okuyabileceğiniz ancak o gün bir hatim indirdiğiniz kısacık bir süre..
Depremin merkez üssü Ceyhan'dı. Öyle ki tarihi Ceyhan Nehri çamur akmaya başlamış, yer yarılmış ve insanları içine almıştı. Daha önce öylesine bir deyim diye bildiğimiz bu duruma Ceyhan'da şahit olunmuştu.
Deprem sonrasında bizim mahallemizde zayiat fazla yoktu ancak Adana'nın en eski yerleşim yeri olan ve genelde ahşap evlerin bulunduğu Tepebağ ile Ceyhan'ın bazı bölgelerinde yaşayanlar maalesef bizim kadar şanslı değildi. 23 saniyelik ilk sarsıntı bittikten hemen sonra yeniden bir 20 saniyelik sarsıntının ardından Allah'a inanmıyorum" diyenleri bile 'Allah'ın Adam’ına döndüğü depremde Adana'da 128 Osmaniye'de 7 Mersin'de 4 Hatay'da 5 kişi hayatını kaybetti.
O olaydan bir yıl sonra gerçekleşen Marmara depreminin bilançosu ise çok daha ağır oldu.
Millet olarak enkazın altında kalmıştık ama sesimizi duyan bir yetkili ya da etkili yoktu. Böyle zamanlarda insanların tek beklediği maddi yardımdan ziyade manevi destektir ama insanların yanında devletten kimse yoktu. Aslında o zamanlar devlet de yoktu. İnsanlar enkazların altından başka insanların yardımıyla çıktılar. Kimisi ölüydü, kimisi diri. Kimisi ise yaşayan bir ölü. Bütün bunlara rağmen eli ayağı tutan herkes elinden geleni yaptı. Hatta depremde çoluğunu çocuğunu kaybetmiş, hayat arkadaşını yitirmiş kimileri kendi acılarını o anlık unutmuş, aynı acıyı başkaları yaşamasın diye eliyle enkaz kaldırmaya çalışıyordu. Devletin duyulmayan sesinin aksine "Sesimi duyan var mı?" haykırışlarıyla bir kişiyi daha kurtarmaya çalışıyordu herkes.
Devlet? Dedik ya, devlet yoktu. 45 saniye süren 7.6 büyüklüğündeki Gölcük depreminde 18373 kişi öldü, 23781 kişi yaralandı, 6 bine yakın kişi de kayboldu. Aslında onlara ne olduğunu biliyoruz da söyleyemiyoruz; cansız bedenlerinin molozlar arasında denizlere döküldüğünü söylemeyi.
Bitiverdi umutlarımız, hayallerimiz, sevdalarımız, yarına dair hesaplarımız. 40 yıllık birikimimiz 40 saniyelik bir sallantıyla gidiverdi elimizden. Uçuverdi sevdiklerimiz, ahiret dediğimiz o sonsuz yurda.
Dümdüz şehirler vardı artık fotoğraflarda. Sevdiklerini, hayallerini, umutlarını yitirmiş insanlar görülüyordu videolarda.
Aklınıza gelecek her şey vardı da, bir devlet yoktu deprem alanında. Enkazın altında görünürde insanlar ama aslında devlet vardı.
Bir deprem bölgesi olan Türkiye'de o tarihten sonra da çok önemli depremler oldu. Yine can kayıpları yaşandı ve yine Türkiye hep birlikte kaldırdı enkazı ama bir şeyler değişiyordu artık. Yasalar değişiyordu, devletin yaklaşımı değişiyordu, teknoloji değişiyordu.
Van'da meydana gelen depremin ardından 1 yılda yeni konutlar yapıldı depremzedelere. Son olarak Elazığ'da ilk saatlerden itibaren devlet milletiyle bütünleşmişti. Yurdun her tarafından topladığı yardımlarla, sivil toplum kuruluşları ve devlet kurumlarının acil yardım ekipleriyle ele ele vererek enkazın altından çıkarmaya çalıştı vatandaşları.
Evi olan evini açtı, maaşı olan maaşını bağışladı. Küçücük bir çocuk üzerindeki montu çıkarıp gönderdi Elazığ'a. Yaşlı bir teyze kocasından kalan tek hatırasını, evlilik yüzüğünü verdi. Millet büyüklüğünü bir kez daha gösterdi. Devlet de tüm imkanlarını seferber etti. Bunlar, artık alıştığımız ve Anadolu irfanı dediğimiz o ulvi değerin bir yansımasıydı ama maalesef özellikle sosyal medyayı kullanarak hainlik peşinde koşanlar da vardı.
Adına sanatçı dediklerinden tutun da sosyal medya teröristlerine varana kadar onlarca kanalizasyon artığı içindeki pislikleri kusup durdu. Kimisi ekonomik vurgu yaptı, kimisi mezhep vurgusu.. Utanmadılar hiç bu zor zamanlarda ortalığı karıştırıp milleti birbirine düşürmek için provokasyon yapmaya. Milletin sırtından geçinen asalaklar, milleti bölerek kendilerine prim yapmaya çalışıyordu. Anlamadıkları bir şey vardı oysa; İçlerindeki pisliğin kokusu artık dışarı vuruyor. Cesetleri kokmaya başladı ve artık onlara kimse inanmıyor.
Farkında değiller, Allah çarpmış, sadece nefes alıp veren bir tek hücreliye dönmüşler ama haberleri yok.
ŞU CANLI YAYINLARA ARTIK BİR SON VERİLSİN
Elazığ'daki deprem hepimize bir kez daha bir şeyi gösterdi hatta göstermedi adeta gözümüze soktu; Sosyal medyadan ya da televizyonlardan, hele de olayın yaşandığı yerlerden yapılan canlı yayınları iş bilmez insanların yaptığını ve bu görevlerin o insanlara bir kaç gömlek fazla geldiğini.
Bir muhabir kendince birilerine yaranmak için çadırda kalan, soğuktan donan aileye defalarca soruyor; "Mutlu musunuz?" diye. Patavatsız bir İçişleri Bakanı vardı. FETÖ'cü olduğu iddia edilen. Onu hatırladım. Hani, kendisini gördüğü için sevindiğini söyleyen bir amcaya; "Nereden bileceğim sevindiğini? Bir takla at yada oyna da görelim sevindiğini" diyen.. Herhalde bu muhabir de istediği cevabı tam olarak alsa vatandaşa böyle söyleyecekti.
Allah için elini vicdanına koy da söyle muhabir efendi; Onlara yalandan "Mutluyum" dedirttiğinde seni mutlu edecek olan neydi. Sonradan özür dilemekle, "Yanlış yapmışım" demekle olmuyor o işler.
Bir diğeri de enkaz kaldırma çalışmaları önünden canlı yayın yapıyor. Durumu anlatıyor. Ekranda çok uzun süre kaldığı için aynı cümleleri 3-5 kez tekrarladığı oluyor. Sonra enkazdan birisi çıkartılıyor. Yaklaşıyor o bölgeye ve enkazdan çıkartılan kişinin hayatını kaybettiğini öğreniyor. Sonra ilk sorusu şu; "Ölen vatandaşın ismi ne acaba? Adını söyleyebilir misiniz?"
Be hey dangalak! Diyelim ki sen memleketine gidemediğin için son dakika haberlerini televizyondan öğrenmeye çalışan bir Elazığlı olsan, sonra da geri zekâlı bir muhabirin sorusu üzerine çok sevdiğin bir yakının ölüm haberini televizyondan canlı yayında öğrensen ne hissedersin? Ne geçer eline o an depremde ölmüş bir insanın adını öğrensen? Tabi senin için ölen insanlar nihayetinde bir sayıdan ibaret.
İşte bu yüzden olay yerinden canlı yayınlara artık bir son verilmeli ve böyle durumlarda basın için özel bölgeler oluşturarak yayınlar sadece oradan yapılabilmeli. Bunu statta bile yapıyoruz ama böyle önemli zaman ve yerlerde yapamıyoruz. Bence yanlış.
DEPREMİN ARDINDAN BİR KEZ DAHA ŞAHİT OLDUK Kİ
* Depremle yaşamaya alışmalı, depremden sonrası için daha çok bilgilendirme yapmalıyız.
* Depreme dayanıklı binalar şart ama sadece kâğıt üzerinde değil, gerçekte de şart.
* Sivil savunma ve arama kurtarma ekiplerimiz kadar dezenformasyonu önleyecek ekipler ve işin erbabı muhabirleri de alanda bulundurmalıyız.