“Nasıl kötü bir zamana denk geldi ömrümüz” diyor ya Nazım şiirinde, “kötü bir zaman denk geldi” işte! Varsılı, yoksulu, hırsızı, haksızı, köylüsü, kentlisi, kadını, erkeği “kimse” yaşadıklarından hoşnut değil! İnsanlar gecesini gündüzüne katarak açlıkla sınanıyor, yaşadıklarını/ düşündüklerini söylüyor karşısına “Demokles’in kılıcı” gibi sistem çıkıyor, çocuklar kırda çiçek toplayacak/ kitap okuyacak yaşta katlediliyor, kadınlar mutluluk/ erinç beklediği evinde şiddetle karşı karşıya kalıyor/ sokak ortasında öldürülüyor, en doğal demokratik haklarını savunmak isteyenler “baskı” kıskacında tutuluyor!
Bunlarla bitmiyor! Bu ulusun “ulusal sınırları” öyle kolay çizilmemiştir! “Bitti” denilen, “Anadolu’da kıstırıldı” diye tanımlanan bir süreçte, Mustafa kemal Atatürk’ün üstün zekasıyla başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşıyla verilen uğraşın başarıyla sonuçlanmasıyla “yeniden var oluyor” bu ulus! Sözüm ona, kolay kazanılmıyor! Tüm bunları “hak edecek ne yaptık” demeden duramıyor birçok kişi! Öyle “kötü bir zamana denk geldi ki ömrümüz”, “var olma” savaşını hiç anlamak istemiyor!
***
Yeni Akit gazetesi ile yazarları yazarının şu ana dek adını duyduklarım “kötü zaman denk” gelmenin karşılık bulduğu yer. Gazetenin yazarı İdris Günaydın “Bir fındığın içini” başlıklı yazısında, on yıldır yaşamımızda olan sığınmacılar olmadan “hiçbir şey” yapılmamış gibi, kendinden büyük olan bildikleri/ tanıdıkları/ yakınları hiçbir iş yapmamış/ başkaları çalışmış “onlar” yemiş gibi, çalışmadan/ çalarak yaşamda kalmışlar gibi; “mülteci” sözcüğünün anlamını bildiğine inanmadığımı, biliyorsa da çelişki içinde olduğu bilincinden uzak olduğunu düşünüyorum! Suriye’den Türkiye’ye gelen “sayıları bilinmeyen” sığınmacılara “mülteci” denemez! Günaydın, yazısında şunları yazıyor:
“Şimdi ‘mülteciler ülkelerine gitsin’ diyen soytarılara soruyorum: ‘Sizin evlatlarınız, karılarınız mı gelip bahçelerimizde fındığı toplayacak?’ Şunu kabul edin artık. Köpeklerin havlaması bulutlara zarar vermez. Türkiye bir uluslararası vatandaş ülkesidir. Mülteci olmayanlar bu ülkenin gerçek sahibi, diğerleri de mülteci veya çalışan!”
***
Bu yurdun yurttaşı emekçisinden emeklisine, esnafından öğrencisine, ev hanımından sağlıkçısına “ekonomik zorluklar” yaşarken bu denli “uzun süreli” sığınmacı kayırmacılığı yapılamaz, onların varlığı istenemez, bu yurdun yurttaşı aşağılanamaz, bunları savunuyor/ yazıyor/ konuşuyor diye kimse “soytarılıkla” suçlanamaz!
Şimdi bazı kendini/ bilmez, Arapseviciliğini öne çıkaran, sığınmacılar olmasa ülkenin ekonomisinin/ tarımının/ hayvancılığın yok olacağını ileri sürenlerin ne bu yurdun yurttaşını, ne de bu ülkenin “ulusal sınırları” için cephede savaşan kahramanlarını “anladığını” sanmıyorum! Bir de anlamadığım bir söz var, “Türkiye bir uluslararası vatandaş ülkesidir” deniyor! “Türkiye herkesin” denilmek isteniyor, yanlış düşünmüyorsam! Buraya herkes gelebilir, herkes burada yaşamını sürdürebilir, bu yurdun toprakları için savaşanlar evinden/ kentinden çıkamazken dinlence kentlerinin plajlarında “maganda” tutum sergileyebilir, bu yurdun yurttaşlarını “taciz” edebilir, “buradan siz gidin” diyebilir!
***
Gerçekten “nasıl kötü bir zamana denk geldi ömrümüz” böyle? Ülkenin verimli toprakları “girdi” zamlarından, “iktidarın” üreticinin yaşadığı darboğazı anlamak istememesinden dolayı ekilemiyor, çalışanlar, yıllarca prim ödeyip emekli olanlar aylıklarıyla geçinemiyor, insanlar sokağa çıkmak yerine evde zaman geçirmeye yöneltiliyor, öğrencilere bir öğün olsun yemek verilmediği gibi “alınmayacak” denilmesine karşın “kayıt bedeli” için veliler sıkıştırılıyor; tüm bunlar yaşanırken bilinen beş milyon, bilinmeyen bir o kadar daha sığınmacının “gitmelerini” istenler “soytarı” olarak suçlanıyor! Bu “soy” yitimine nasıl uğradık ki, bu “soy” karşıtlığı nasıl destek buluyor ki; düşünelim…