Bir kentin kaderini değiştirecek şey bazen bir liman, bazen bir tren yolu, bazen de sadece bir koltuktur: Bakanlık koltuğu.
Adana, yıllardır siyasetin kulislerinde dolaşan ama hiçbir zaman merkezine oturtulmayan şehirlerden biri. Büyükşehir, evet. Potansiyel, sınırsız. Ama Ankara nezdinde etkisi, sanki sıradan bir kasaba kadar bile değil. Bakanlar gelir geçer, ama Adana’ya sadece bayraklı araçların arka camından el sallarlar. Bir protokol öğle yemeği, bir fabrikaya kısa ziyaret, sonra hop, Mersin’e ya da Antep’e.
Peki, neden yıllardır Adana’dan bir bakan çıkmaz?
Bu sorunun cevabı her seçim döneminde sorulur, sonra cevapsız kalır. Parti fark etmeksizin tüm iktidarlar Adana’yı el altında tutmayı tercih etti. Oylar alınır, sözler verilir, sonra da unutulur. Adana’nın sesi yüksek çıkar, ama duyulmaz. Çünkü bu şehrin temsilcileri bile çoğu zaman Ankara’ya gitmeyi, Adana’da kalmaya tercih etmiştir.
Sonuç mu?
Havalimanı Mersin’e taşınırken kimse “durun” demedi. Şehir içi trafik her geçen gün kilitlenirken Ulaştırma Bakanlığı'nın radarına bile girmedik. Yeni yatırımlar Gaziantep’e, Konya’ya, Kayseri’ye akar gibi akarken, Adana yine “bir dahaki sefere” listesine alındı.
Bir dönemler Çukurova’dan çıkan ses, ülkenin siyasetine yön verirdi. Şimdi o ses sadece yerel radyolarda çalınan arabesk parçalarda yankılanıyor.
Bir bakan gelmedi… Ama belki bir gün gelir mi?
Bu yazı dizisi boyunca göreceğiz: Adana gerçekten düşüyor mu, yoksa birileri bu şehri yere itip üstüne basarak mı yükseliyor?
**
Bir Depremin En Karanlık Yankısı: İnsanlığın Enkazı
Geçtiğimiz aylarda yaşanan büyük deprem, binlerce canı bizden aldı; şehirler yıkıldı, hayatlar altüst oldu. Ancak fiziki enkazdan daha yıkıcı olan, vicdanlarımızda oluşan manevi enkazdı. Bu enkazın simgelerinden biri ise görevini kötüye kullanan bir polis memuru oldu.
Yıkılan binaların altında kalan vatandaşlara ait ziynet eşyalarını, ilk etapta ailelerine teslim eden bu polis memuru, daha sonra “Savcılık geri istiyor, altınlar toplanıp yeniden teslim edilecek” diyerek altınları tekrar topladı ve zimmetine geçirdi. Güven vermesi gereken bir kamu görevlisinin, halkın en savunmasız anında, acılarını istismar ederek kişisel çıkar elde etmesi vicdanları derinden yaraladı.
Bu olay kamuoyunda büyük infial yaratırken, devletin gösterdiği hızlı ve kararlı refleks ise takdire şayandı. Söz konusu polis memuru iki kez memuriyetten ihraç edildi ve önümüzdeki günlerde ağır ceza mahkemesinde yargılanacak. Devlet, sadece enkaz kaldırmadı; aynı zamanda kendi içindeki çürük yapıyı da temizlemeye yönelik güçlü bir irade sergiledi.
Yine de bu olay bize acı bir gerçeği hatırlattı: İnsanlık, bazen en çok ihtiyaç duyduğumuz anda ortalıkta görünmeyebiliyor. Bir kamu görevlisinin değil altına, acıya ve umuda el uzatması gerekirken ihanete yönelmesi; toplumun güven bağlarında derin çatlaklar yaratıyor.
Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey yalnızca binaları değil, vicdanları da yeniden inşa etmektir. Güveni, adaleti ve insanlığı. Çünkü bir toplum, sadece yasalarla değil, birbirine duyduğu güvenle ayakta kalır.
**
EMPERYALİZMİN TÜM PROJELERİNE HAYIR!
Dünya bir süredir yeni bir emperyalist dalgayla karşı karşıya. Eskiden savaşlarla, işgallerle halkları boyunduruk altına almaya çalışan küresel güçler, bugün taktik değiştirdi. "Pandemi", "iklim değişikliği", "karbon ayak izi", "sürdürülebilir kalkınma" gibi masum görünen kavramlar üzerinden insanlığa yeni zincirler vuruluyor.
Bu projelerin ortak amacı bellidir:
İnsanların düşünmesini engellemek, bireysel özgürlükleri yok etmek, ulus devletlerin egemenliğini tamamen bitirerek dünya nüfusunu bir avuç seçkinin yönettiği dev bir çiftliğe dönüştürmek.
Sahte pandemi döneminde yaşadıklarımız hâlâ hafızalarımızda taze. Korku iklimi yaratılarak temel haklar askıya alındı, insanlar evlerine kapatıldı.
Şimdi de "iklim krizi" bahanesiyle, sözde çevreci projeler dayatılarak, insanlara nasıl yaşaması, ne tüketmesi, nereye seyahat etmesi gerektiği dikte edilmeye çalışılıyor.
Kanal İstanbul, sadece bir inşaat projesi değil, emperyalist çıkarların, ülkemizin coğrafi ve siyasi dengelerini altüst etmek için tasarladığı bir tuzaktır.
İklim Yasası adı altında dayatılan düzenlemeler, halkı yoksullaştırmak, üretimi durdurmak, her adımımızı kontrol etmek için hazırlanıyor.
Paris Sözleşmesi, Türkiye'nin ekonomik ve enerji bağımsızlığına vurulmuş ağır bir darbedir.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ise, sağlık bahanesiyle devletlerin üzerinde bir küresel yönetim modeli oluşturmanın ilk adımıdır.
Onun için diyoruz ki:
KANAL İSTANBUL'A HAYIR!
İKLİM YASASINA HAYIR!
PARİS SÖZLEŞMESİNE HAYIR!
DSÖ'YE HAYIR!
Çünkü biz özgür bireyleriz.
Çünkü biz bağımsız bir ülkenin onurlu yurttaşlarıyız.
Çünkü biz çocuklarımıza zincirlerle değil, özgür bir vatan bırakmak istiyoruz.
Bugün emperyalizmin yeni yüzüne karşı "hayır" demek, sadece bir tercih değil, bir insanlık ve yurttaşlık görevidir.
**
Mevlüt Abinin Not Defteri
Ekmeğin aslanın ağzındaaAma dolandırıcılığın kıyısında!
Gençler iş beğenmiyor diyorlardı, bir baktık bizim pazarlamacı Cem, otorite gibi bir şirkette satış temsilcisi olmuş. Yani hem ceketli hem kravatlı; hem kahve molası var, hem de maaş dolgun. Ne güzel dünya!
Ama gel gör ki, Cem kardeşimiz “Ben bu işin raconunu çözdüm” diyerek gerçek satış yerine sahte satışlara sarmış. Krediyle, umutla, rüyayla otomobil alan 10 kişinin hayalleri, Cem’in Excel tablosunda buhar olmuş. Araçlar yok, paralar gitmiş, hayaller Tofaş’tan bile hızlı kaçmış.
Sonra ne mi oldu? Vicdanıyla baş başa kalınca, Cem intihar etti. Arkasında ne mi bıraktı? Sadece bir not değil, 10 kişinin dişinden tırnağından arttırdığı birikimlerinin boşluğunu bıraktı. Bir de anılarda kocaman bir “Vay arkadaş, bu çocuk böyle biri miydi?” sorusunu.
Oysa ki ne gerek vardı? Ekmeğin aslanın ağzında olduğu ülkede, sen çoktan pastaneye girmiştin. Ama sen tutup çikolata çalınca, ne ekmek kaldı ne pasta. Şimdi insanlar seni iyi bir çocuk olarak değil, “bizi de yaktı” diye anıyor.
Ey gençler! Hedefe giden yolda her yol mubahtır sanmayın. Çünkü bazı yollar, tabelasında “başarı” yazsa da, çıkmaz sokaktır. Hem de hem kendi hayatınızı hem başkalarınınkini karartır.
Cem’in hikâyesi ders olsun; işiniz var diye sevinirken, vicdanınızı rafa kaldırmayın. Çünkü bu dünyada en pahalı şey, kaybedilen güvendir.
**
Cumartesi Öyküleri
Ali Bey Nasıl Bey Oldu?
Eskiden mahallede "Ali" derdik ona. Ne memurdu, ne esnaftı, ne de bir ustalığı vardı. Ama bir yeteneği vardı: Başkasının cebine göz dikmeden duramamak.
Çalışmak mı? O ona göre değildi. Ter dökmek beleşçiye ağır gelir, o da “Havadan para yoksa, bari rüzgarı ben estireyim” dedi.
İlk girişimi “Cami Halısı Yardım Kampanyası”ydı. Ortada cami yoktu ama katalogdan cami fotoğrafı buldu, üstüne de "Hayrın en güzeli Allah'ın evine olur" yazdı mı, bastırdı broşürü, aldı eline bağış kutusunu.
Bir hafta içinde üç cami parasını topladı, sonra sıra geldi "Filistin’e Yardım", "Yetim Çocuklara Mont", "Köy Okuluna Tahta", "SMA’lı Ali Toprak’a Nefes" kampanyalarına. Hepsi ayrı dernek, ayrı IBAN, ama tek ortak nokta: Ali'nin cepte birikmeye başlayan milyonlar.
Ali hayali hastalar icat etti. "Bu çocuk yaşamaz" diye ağlayan teyze sesini kasete aldı, kasetçiden okkalı hüzün müziği çaldı, tezgâh hazırdı.
Bir yandan kampanya, öte yandan sosyal medya hesapları:
“Biz bağış topluyoruz, devlet yetişemiyor” diye duygu sömürüsü, altına da IBAN.
İyilik severler mi? Onlar cüzdanını açtıkça, Ali villasını genişletti.
Başlarda elden yürütüyordu işleri ama sonra baktı ki iş büyüdü, "Vakıf kuralım" dedi.
İsmini de koydu: "İyilik Derneği Vakfı Hayrat Gönül Eli Nur Yardım Işığı."
Resmen tabela yetmedi.
Basın mı? Röportaj istediklerinde güldü:
— “Hayırsever halkım sağ olsun. Onlar olmasa ben hâlâ simit satıyordum,” dedi.
Sabancı gibi fabrikası, Koç gibi holdingi yoktu. Ama onun dijital IBAN’ları vardı.
Sonunda gerçekten "Ali Bey" oldu.
Kartvizitinde "Toplum Hizmetleri Uzmanı, Küresel Gönül Elçisi" yazıyor.
Bizim mahallede ise hâlâ şöyle deniyor:
— “O Ali mi? He, bildiğin Dolandırıcı Bey oldu o.”