Girginer’in savunduğu gibi Lawazantiya Tatarlı Höyük olsaydı, höyükte yüzlerce çöp çukuru bulan Girginer’in höyüğün Lawazantiya olduğunu kanıtlayan saray ve tapınakları, tapınakta yer alan tanrı ve tanrıça heykellerini, dinsel içerikli bayramlar ve ritüelleri ile ilgili yazıların yer aldığı tablet ve kabartmaları ve de kraliçe olduktan sonra bile Kizzuwatna ve Lawazantiya’ya ayrı bir önem veren Kraliçe Puduhepa’nın mührünü çoktan bulmuş olması gerekirdi. Ancak bunlar yerine, çok sayıda Hellenistik dönem kalıntıları ile onların yanında devede kulak kalacak sayıda Orta ve Geç Tunç Çağı yapıtları bulabildi. Halbuki, Ahmet Ünal’ın kesinilkle Lawazantiya olamaz dediği Sirkeli de bile Tatarlı’dan çok Hitit yapıtları gün yüzüne çıkarılmıştır.
Bliyoruz ki, Puduhepa, bir zamanlar rahibe olarak görev yaptığı Lawazantiya ve Kizzuwatna’da Hurri dini ve kültürüyle ilgili ne kadar tablet varsa, hepsini başkâtip Walwaziti aracaılığıyla kopya ettirmiş ve Hattuşa’da özel bir “Kizzuwatna Arşivi/Kütüphanesi” kurmuştur. Bu gerçeği Girginer’in de bildiğini, Prof. Dr. Ahmet Ünal ile birlikte yazdıkları ve 2007 yılında yayımladıkları “Kilikya-Çukurova, İlk Çağlardan Osmanlılar Dönemine Kadar Kilikya’da Tarihi Coğrafya, Tarih ve Arkeoloji. Kizzuvatnalı Kraliçe Puduhepa ve Yerleşme Alanları Rehberi Ekleriyle Birlikte” adlı kitabın 332’inci sayfasından anlıyoruz. Girginer’e kendi kitabıyla birlikte KBo 15.52 Ay. IV 39-45 numaralı Hitit belgesini de hatırlatalım.
Sen, Puduhepa’nın Lawazantiya’daki dinsel belgeleri kopyalattığını bil ama 14 yıldır ne Puduhepa’nın kopyalattığı tabletlere ulaşabil, ne de Puduhepa’nın Lawazantiya’nın aşk tantıçası İştar’a hizmetkârlık yaptığı tapınağı bulabil! Sonra’da Adanalı Puduhepa diye ortalığı ayağa kaldır! İnanılacak gibi değil..
Girginer’in on yedi yıldır Puduhepa’nın Adanalı olduğunu kanıtlayacak belgelere ulaşamaması, Prof. Dr. Ünal’ın haklı olduğunu, Girginer’in hiçbir bilgiye dayanmaksızın Tatarlı Höyüğünü Lawazantiya kentiyle eşitlemeye çalıştığını kanıtlıyor. Tatarlı höyüğündeki kazılar bilimsel olmaktan uzaklaşmış, bir egoyu tatmine yönelmiştir. Eğer öyle olmasaydı, Girginer, kazı sonuç raporlarına “Lawazantiya’nın Tatarlı Höyükte olduğu görüşümüz devam ediyor” demek yerine kanıtları ortaya koyar, sadece görüşümüz böyle diyerek, “çok sayıda hititolog ve arkeolog yanıldı. Burası Lawazantiya. İşte de kanıtları” derdi. Ama diyemiyor.. Girginer’in Müzeler Genel Müdürlüğü’nün düzenlediği kazı sonuç toplantılarında sunduğu raporlarda bulgular yerine kişisel görüşünü dile getirmesi, 14 yıldır süren kazıda bir arpa boyu yol alınmadığını net biçimde gösteriyor.
Sözün özü, Adana ile uzaktan yakından ilgisi bulunmayan, Elbistanlı ya da İslahiyeli Puduhepa, Adanalılara “Adanalı Puduhepa” diye yutturulmaya çalışılıyor. Tıpkı, yakın zamanlarda Atatürk’ün Adana Kız Lisesi’ni ziyaretinde ayakta ders dinlerken çekilen fotoğrafta yanındaki kız öğrencinin falanca kişi diye Adanalılara lanse edildiği gibi bir durumla karşı karşıyayız. O hanımefendiye o fotoğrafın tanıtımı için düzenlenen toplantıda, fotoğrafı sorduğumuzda, Atatürk’ün sınıfa geldiğini ve böyle bir fotoğraf çekildiğinin anımsamadığını itiraf etmişti. Toplantıyı düzenleyen tarih öğretmeninin fotoğraftaki kız sensin dediğinin ondan sonra kendisine benzettiğini söylemişti. Atatürk’ün yanındaki kız yalanı da hanımefendi ölene kadar devam etmiş, her ulusal günde medya tarafından ısıtılıp ısıtılıp Adanalıların önüne konmuştu.
Zeydan Karalar, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı olarak bir kez daha destek protokolu imzaladığı Serdar Girginer bir anlamda aslı astarı olmayan tarih yaratma macerasını kaynak aktarmış olacaktır. Görünen o ki, Zeydan Karalar gibi destek verenler çıktıkça, 17 yıl süren ve dişe dokunur, ele gelir bir tane belgenin bulunmadığı Tatarlı Höyük’te Roma dönemi çöplüğü karıştırılmaya devam edilecek..
Sğlanan parasal kaynaklar kesilmez ve “artık dur Lawazantiya’yı Hitit ve Asur kaynaklarının işaret ettiği yerlere arayacağız” diyen bir otorite çıkmaz ise bir on yedsi yıl daka bı kazlıar devam eder, bizler de kazı sonuç bildirgelerinde Tatarlı Höyük- Lawazantiya ve Adanalı (gerçi bizim bu konudaki yazılardan sonra artık Adanalı yerine Çukurovalı diyorlar) Puduhepa yalanlarının hiç bir belge sunulmadan izlemeye devam ederiz..
Durum-u ahvalimiz
Bir adam derdini kadıya şikayet etmeye gitti ve şöyle dedi:
“Efendim , karım, altı çocuğum, annem ve kayınvalidemle bir odada yaşıyoruz. Çok sıkıntılı durumdayım ne yapmalıyım?”
Kadı adama dönerek:
“Git bir eşek al ve onunla bir odada yaşamaya başla ve iki gün sonra bana gel.”
Adam iki gün sonra geri döndü ve kadıya dedi ki:
“Efendim, psikolojim gittikçe kötüleşiyor”
Kadı sonra adama dönerek :
“Git bir de koyun al yanına odaya koy iki gün sonra gel bana.”
Adam solgun bir yüzle döndü ve kadıya dönerek :
“Dayanılmaz olmaya başladı.”
Kadı ona şöyle dedi :
“Git tavuk al iki gün sonra gel yanıma.”
Adam geri geldi intihar etmek üzereydi..
Kadı ona dönerek dedi ki:
“Git eşeği sat ve bana gel durumunu söyle.”
Adam geri geldi ve ona dedi ki:
“Bir parça psikolojim iyileşti.”
Kadı tekrardan ona şunu dedi :
“Git koyunları sat ve bana gel.”
Adam geri geldi ve bir iç çekerek dedi ki:
“Durum sona erdi şuan idare eder gibiyim.”
Kadı tekrardan adama dönerek:
“Git tavukları sat ve bana tekrardan gel.”
Adam geri döndü ve kadıya dedi ki:
“Çok daha iyiyim, yürekten teşekkür ederim”
Sonuç olarak siyasal krizler dünyayı böyle yönetiyor... Daha çok sıkıntılara sokup daha sonra o sıkıntıları bertaraf ettirir ve asıl sıkıntıların nimetine şükredip, sorunun aslını unutup, sisteme borçlu kalana kadar sana yeni sorunlar çıkartırlar...
Bugün bizim ve dünyanın diğer yerlerindeki insanların yaşadığı durumu bundan daha iyi anlatan bir şey olamazdı.
Türkçe düşmanlarını korktuğu kitap: olan Divân-ü Lügat-it Türk
Kaşgarlı Mahmut bin yıl önce, Türkçe’nin arapçadan üstünlüğünü kanıtlamak, araplara Türkçe öğretmek için Divân-ü Lügat-it Türk adında bir kitap yazmıştı..
Kitap, sadece arap emperyalizmini ve apapça gönüllülerinin değil, Türkçe^ye ve Türk’e düşman herkesin korkulu rüyası olmuştu.
Kitabı yayımlamak isteyenlerin büyük çoğunluğu bu isteklerinin canlarıyla ödediler..
Katledildiler..
Türk tarihini, konuştuğu dilini araştıran, az çok okumuş her Türk, Türk dünyasının bilinen en eski Türkçe sözlüğünün Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılmış olan Divân-ü Lügat-it Türk olduğunu bilir.
Bu muhteşem yapıt iki erekle yazılmıştır:
1- Araplara Türkçeyi öğretmek
2- Türkçenin Arapçadan daha üstün bir dil olduğunu kanıtlamak.
Ancak yine bu eserle ilgili olarak bilmediklerimiz bildiklerimizden çok daha fazladır.
Meselâ pek çoğumuz bu yapıtın ilk yazıldığı günden bu güne kadar bilinen tanınan bir yapıt olduğunu zanneder. Oysa değil!
Evet...
Türk Dünyası bu yapıtın varlığından haberdardır; ancak yapıta, 1914 yılına kadar herhangi bir yerde rastlamak mümkün olmamıştır.
Yani bizler Türk Dünyası olarak 1914’e kadar Kaşgarlı Mahmut'un Divân-ü Lügat-it Türk adlı bir lügat (sözlük) yazdığını biliyorduk; ama bu tarihe kadar bu eseri eline alıp okumuş “Ben bu kitabı falanca yerde gördüm” demiş bir Allah’ın kulu yoktu!..
1914 yılına kadar böyle bir kitap ortada yok idiyse bizler böyle bir kitabın varlığından nasıl haberdardık?
Bu kitabın varlığından başka kitaplar sayesinde haberdardık.
Meselâ Divân-ü Lügât-it-Türk’ten ilk söz eden Antepli Aynî diye de tanınan Bedreddin Mahmud’dur. ‘’İkdü’l-Cuman fi Tarih-i Ehli’z-Zaman’’ adlı yapıtının birinci cildinde Kâşgarlı Mahmud’un eserinden yararlandığı görülmektedir.. Daha sonra Kâtip Çelebi ünlü yapıtı Keşfü’z-Zünûn’da Divan-ü Lügat-it Türk’ü anmıştır.
Evet, Türk Dünyasının çok merak ettiği bu kitap ortalarda yoktur!
Daha doğrusu aslında bir insanın evindeki kitaplıkta bulunan kitaplar arasındadır. Bu kişi de zamanın eski maliye nazırlarından Nazif Bey’dir.
Nazif Bey kitabın değerli bir kitap olduğunun farkındadır ama ne kadar değerli olduğunun farkında değildir. O sebeple kitabı ölmeden önce yakını olan bir kadına hediye eder ve ona der ki: “Bu kıymetli bir kitaptır. Başın sıkışınca bunu satabilirsin. Ama 30 liradan aşağıya satma.”
Bir zaman sonra kadın paraya sıkışır ve kitabı alıp Bayezıt’taki Sahaflar çarşısına götürerek Burhan adlı bir sahafa bırakır ve “Bunu benim için sat. Sen kaça satarsan sat bana 30 Lira ver yeter” der.
Aradan biraz daha zaman geçer.
1914 Yılın başlarında Türk Kütüphaneciliğinin babası Ali Emirî Efendi her zaman olduğu gibi sahafları dolaşmaktadır “Yeni bir kitap düştü mü?” diye. Burhan Bey’in dükkanında Divân-ü Lügat-it Türk’ü görünce heyecan ve mutluluktan adeta kalbi duracak gibi olur ve uzatmayalım efendim 30 Lira kitap için 3 Lira da Sahaf Burhan Efendiye komisyon ücreti olarak toplam 33 Liraya kitabı alır.
Daha sonra Ali Emirî yeni edindiği bu kitabı sağda solda anlatmaya başlar:
“Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir…
Türkistan değil bütün cihandır.
Türklük,Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Arap dilinde Sibeveyh’in kitabı ne ise bu da Türk Dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır.
Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez…
Bu kitapla Hz. Yusuf arasında bir benzerlik vardır.
Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar; fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem…”
Haber kısa sürede önce İstanbul’da sonra tüm Osmanlı ülkesinde ve nihayet Türk topluluklarında duyulur ve büyük heyecana sebep olur.
Asırlardır bilinen ama kimsenin görmediği Divân-ü Lügat-it Türk nihayet bulunmuştur.
Ziya Gökalp başta olmak üzere pek çok Türkçü bu kitabı görmek ister lakin Ali Emirî Efendi hiç kimseye göstermez.
Yine de eninde sonunda birilerine göstermek zorundadır zira kitap oldukça dağınıktır. Acaba elindeki kitap Divân-ü Lügat-it Türk’ün tamamı mıdır yoksa eksik bir kitap mıdır? Bu sorunun cevabını verebilecek tek kişi Kilisli Muallim Rıfat Efendi’dir.
Kilisli Muallim Rıfat Efendi kitap üzerinde tam iki ay çalışır.
Formaları düzenler. Sayfalara numara koyar ve müjdeyi verir:
"Bu kitap noksansızdır.’’
Derken efendim olay meşhur Talat Paşa’nın da kulağına gitmiştir ve Talat Paşa bu eserin yok olmaması için bastırılmasını teklif eder. Sonuç olarak I. Dünya Savaşı yıllarında Divân-ü Lügat-it Türk, Ali Emirî
Efendinin isteği üzerine Kilisli Muallim Rıfat’ın editörlüğü ile bastırılır.
(Kâşgarlı Mahmud’un Divân-ü Lügat-it Türk’ü 25 Ocak 1072 günü yazmaya başladığı, 10 Şubat 1074 günü tamamladığı tespit edilmiştir.
Bu hesapça kitap ilk yazılıp tamamlandığı tarihten 840 sene sonra basılmıştır...)
Peki bitti mi hikâye? Hayır!
Dahası var...
Türk Dünyasının şaheseri olan Divân-ü Lügat-it Türk tabii olarak diğer Türk Dünyasında da sevinç ve heyecana yol açtı ve Türkiye dışındaki Türk ülkelerinde de bu kitabın yayınlanması için kollar sıvandı; ancak ne yazık ki her kim bu işe el attıysa maalesef katledildi.
Evet!
Türk Dünyasında ilk tercüme girişimi Azerbaycan’da oldu. Sovyet Bilimler Akademisi’nin Azerbaycan Şubesi, bu iş için Halid Said Hocayev’i görevlendirdi.
Hocayev, 1935-37 yıllarında bu görevi tamamladı; fakat Hocayev ve yardımcılarının başarısının mükafatı, ölüm oldu...
1937 yılında bu kez meşhur Uygur Çairi ve eğitimcisi Şair Muhammed Ali, Dîvân-ü Lügat-it Türk’ü Uygurcaya tercüme ettiği için katledildi ve bütün çalışmaları yakıldı.
Bir diğer Uygur bilim insanı Kutluk Şevki, hac yolculuğu sırasında uğradığı İstanbul’dan Kilisli baskısını alarak ülkesine götürmüştü.
Bilim dünyasına hizmet için giriştiği bu çaba maalesef sonu oldu.
Uygurlar, 1944 yılında Şarki Türkistan Devleti’ni kurduklarında, ilk iş olarak Divân-ü Lügat-it Türk’ün tercümesi işine giriştiler. Bu iş için meşhur âlim İsmail Damollam görevlendirildi.
Birinci cildin tercümesi tamamlanmıştı ki, Rusya ile Çin anlaşarak Şarki Türkistan Devleti ortadan kaldırdılar ve İsmail Damollam öldürüldü.
Şarki Türkistan’ın Kızıl Çin tarafından işgal edilmesinden sonra Uygur bölgesinde Sincan Özerk Yönetimi kuruldu.
Kaşgar bölgesinin Valisi Seyfullah Seyfullin, maddî kaynak da ayırarak tanınmış şair ve tarihçi Ahmed Ziyaî’yi, Dîvân-ü Lügat-it Türk’ün tercümesi için resmen görevlendirdi.
1952-54 yılları arasında Divanın tercümesi tamamlandı ve Pekin’e basılması için gönderildi. Baskının giderleri de Kaşgar valiliği bütçesinden ayrılmıştı; ancak Pekin “karşı devrimcilik ve milliyetçilik” suçlamaları ile Ahmet Ziyaî’yi yirmi yıl ağır hapse mahkûm etti ve Ziyaî cezaevinde işkence altında can verdi, divanın bütün tercümeleri de yakıldı.
Yılmayan Uygurların bir başka girişimi, 1960-63 yıllarında, Çin İlimler Akademisi Sincan Bölümü Müdür Yardımcısı Molla Musa Sayrani tarafından hayata geçirildi. Fakat hem Sayrani ve yardıcımları öldürüldü. Ayrıca tercümenin metinleri de yakıldı.
Uygurların Divan’a merakı bütün bu olanlara rağmen azalmamakta aksine artmaktaydı. Halkın ve aydınların yoğun isteği ile Dîvân-ü Lügat-it Türk, İbrahim Muti’in yönetiminde 12 kişilik komisyon tarafından tercüme edildi.
Bu tercüme ile Divan, 1981-84 yıllarında Urimçi’de 3 cilt halinde ve 10 bin nüsha basıldı.
Divân-ü Lügat-it Türk, Kazakistan ve Azerbaycan’da ise SSCB’nin yıkılışından sonra yayınlanabildi.