Geçtiğimiz günlerde Atatürk Kültür Merkezi’nde, sanatçı ve siyasetçi Sırrı Süreyya Önder’in cenaze töreninde yaşanan çirkin saldırı, yalnızca CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e değil; aynı zamanda bu ülkenin demokrasisine, ortak vicdanına ve siyasi olgunluğuna yönelmiş ağır bir tokattır. Bu türden bir saldırının, toplumsal birlik duygusunun öne çıkması gereken bir cenaze töreninde, üstelik Cumhuriyet’in simge mekânlarından birinde gerçekleşmesi, sıradan bir hadise değil, organize bir provokasyon ihtimalini güçlü kılar.
Saldırgan hakkında kamuoyuna servis edilen bilgi kirliliği ise olayın ciddiyetini gölgelemekte. Kimi "Osmanlı torunu" dedi, kimi "Atatürkçü". İki çocuğunu öldürmüş psikolojik sorunlu bir katil olduğu iddiaları ise bambaşka bir çerçeve sunmakta. Tüm bu çelişkili bilgiler, saldırının bireysel değil sistematik bir yönü olabileceğini, fakat bu yönün üzerinin örtülmek istendiğini düşündürüyor.
Saldırıyı bir “akıl sağlığı sorunu” çerçevesine hapsetmeye çalışmak, yalnızca olayı sulandırmak değil, aynı zamanda saldırıyı meşrulaştırma riskini de doğurur. Bu ülkede daha önce de siyasi provokasyonların faili olarak sunulan “yalnız kurtlar”, “dengesizler”, “kendince tepki verenler” oldu. Ancak her defasında arkalarında bir yapının, bir aklın, bir niyetin izleri bulundu.
Bu noktada yetkililere düşen görev nettir: Olayın tüm yönleriyle, hiçbir karanlık nokta bırakmadan araştırılması. Saldırının arkasında kim ya da kimler varsa ortaya çıkarılması. Bu sadece Özgür Özel’e yapılan bir saldırının hesabı değil; Türkiye demokrasisinin geleceğiyle ilgili bir sınavdır.
Yetkililerin olayı kısa sürede çözmesi; boyunlarının borcu, demokrasimize karşı en temel ödevleridir. Aksi takdirde bu tür saldırıların “bedelsiz kalacağı” izlenimi yaratılır ve bu da benzer yeni saldırılara davetiye çıkarır.
Demokrasi, yalnızca sandıkla değil, siyasetçinin güvenliğiyle, fikir hürriyetiyle ve kamusal barış ortamıyla yaşar. Bugün bu ilkelere sahip çıkılmazsa, yarın sandık da, siyaset de, sokak da güvenli olmaktan çıkar.
**
Susturulamayan Siyaset, Sınıfta Kalan Medya
Atatürk Kültür Merkezi’nde yaşanan çirkin saldırı, yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel’e yönelik bir fiziki müdahale değil; aynı zamanda Türkiye'de siyasetin ve demokrasinin ne denli kırılgan hale geldiğinin acı bir göstergesidir. Daha da çarpıcı olan ise, bu olayın ardından gelen medya tepkisidir: kimileri üç maymunu oynarken, kimileri saldırıyı neredeyse meşrulaştıracak bir dille haberleştirdi.
Saldırı anı kameralara yansıdı. Türkiye’nin en büyük muhalefet partisinin lideri, herkesin gözleri önünde darp edildi. Normal bir demokraside böylesi bir olayda yayınlar kesilir, siyasi aktörler ekranlara çıkar, medya ortak bir demokratik refleks gösterirdi. Peki Türkiye’de ne oldu?
Bazı medya organları saldırıyı “tartışma” diye küçültmeyi tercih etti. “Gerginlik yaşandı” başlığıyla servis edilen haberler, saldırının meşru zeminini hazırlamaya çalışan üstü örtülü dil örnekleriydi. Kimileri ise saldırganın kimliğini gizlemeyi, geçmişini süzmeyi, psikolojik sorunlarını öne çıkarmayı seçti. Bir kısmı ise hiç görmedi, hiç duymadı, hiç konuşmadı.
Medya bu tutumuyla yalnızca habercilik refleksini değil, toplum adına taşıdığı vicdanı da yitirmiştir. Oysa basın, yalnızca iktidarın ya da muhalefetin sesi değil; hakikatin aynası olmak zorundadır. Hele ki bir siyasi lidere karşı fiziki şiddetin uygulandığı, ülkenin demokratik kültürünün açıkça tehdit edildiği bir olayda tarafsız kalmak, aslında dolaylı bir taraf olmaktır.
Bu suskunluk, medya tarihine utançla geçecek bir sınavdır. Siyasi şiddete sessiz kalan bir medya, aslında toplumun gelecekte yaşayabileceği daha büyük şiddetlerin de zeminini hazırlar. Zira medya sustuğunda, saldırgan cesaret bulur; medya görmezden geldiğinde, saldırı meşrulaşır; medya taraf tuttuğunda, hakikat öksüz kalır.
Özgür Özel’e yapılan saldırı, kime oy verdiğimizden, hangi siyasi görüşü savunduğumuzdan bağımsız olarak hepimize yönelmiş bir tehdittir. Bugün bir lidere yapılan saldırıya göz yumanlar, yarın herhangi bir yurttaşa yapılan başka bir saldırının sorumluluğuna da ortak olur.
Basına, siyaset kurumuna ve yargıya düşen sorumluluk büyük. Saldırganın bağlantıları, niyeti ve olası azmettiricileri ortaya çıkarılmalı. Ama en az bunun kadar önemli olan; bu olaydan sonra medyanın kendine dönüp şu soruyu sormasıdır: Gerçekten halkı mı bilgilendiriyorum, yoksa başka bir gündemin taşeronluğunu mu yapıyorum?
**
Mevlüt Abi’nin Not Defteri
"Aferin Necip Oğluma!"
Evladım, şu Necip Uysal’a bir plaket, bir nişan, hatta mümkünse bir “centilmenlik fahri doktorası” verilsin! Vallahi billahi gözlerim doldu… Hani şu Fenerbahçe - Beşiktaş maçından sonra GedsonFernandes coşmuş, tribünlere doğru üçlü çektirmeye yeltenmiş ya, işte tam o anda, Necip evladım devreye giriyor. Gedson’a usulca eğiliyor ve diyor ki:
“Yav oğlum, dur. Karşı taraf şampiyonluğu kaçırmış, şimdi üçlü möçlü derken ayıp olur. Saygı lazım.”
Yeminle anlatırken bile gözlerim doluyor. Bak bir yanda saha karışmış, sosyal medya alev almış, öbür tarafta herkes birbirine parmak sallıyor ama Necip oğlum ne yapıyor? Diplomatik nezaket timsali gibi davranıyor. Saha içinde Gandi, dışarda Atatürk'ün sporcu tanımı.
Gedson tabii bir an anlamıyor, “Ne var ya, üçlü çekiyoruz işte” modunda. Ama Necip öyle bir bakıyor ki, evladım o bakışla kavga değil barış çıkar. Hani savaş olsa Necip girse araya, Balkan Savaşları iptal, Osmanlı dağılmazdı.
Benim Necip oğlum sadece rakibe değil, kendi tribününe de ders veriyor. "Kazandık diye sevin tamam ama adamların dramına da saygı duyun" diyor. Vallahi bu çocukta her şey var: Top kapar, oyun okur, centilmenlik dersi verir, halı saha ayakkabısını bile temiz bırakır. Üç çocuk annesi gibi tertipli, muhtar gibi adil.
Zaten biz yıllardır boşuna demiyoruz: Necip Uysal bu ülkenin “halı saha ağabeyidir”. Hani top kimin ayağından çıktı kavgasında “benim ayağımdan çıktı ya, auta benden gitti” diyen tek adamdır. O yüzden gönlümün kaptanıdır. Beşiktaş kaptanıdır ama aynı zamanda spor ahlakının da fahri belediye başkanıdır.
Necip oğlum bu tavrıyla hem rakibe saygı duymayı hem galibiyetin efendi yaşanmasını hem de sporun asıl amacını cümle aleme, yedi düvele, hatta Mars’taki uzaylılara kadar göstermiştir. NASA görse "WesaluteyouCaptain Necip" diye astronot gönderir.
Şimdi soruyorum yetkililere: Bu çocuğa niye hâlâ “Türk Sporunun Onur Madalyası” verilmedi? UEFA bu sahneye bakıp neden “Fair Play Ödülü”nü postalamadı? Yoksa bu ülkede iyiye aferin demek ayıp mı oldu?
Kapanışı Atatürk’le yapayım da tam olsun: "Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim" demişti. Necip oğlum, sen bu üçlünün üçlüsüsün. Ama bak, senin üçlün rakibe değil, insana saygıya!