Türk siyasetinin son yıllardaki en dikkat çeken çıkışlarından biri olan İyi Parti, bugünlerde büyük bir kimlik ve yön kriziyle karşı karşıya. Meral Akşener’in ayrılışının ardından koltuğa oturan Müsavat Dervişoğlu, ilk icraatlarıyla bu yeni döneme hızlı bir giriş yaptı. Ancak bu hız, beraberinde çok sayıda stratejik hata ve kırılma getirdi.
“Zafer” mi, Geri Tepmiş Bir Operasyon mu?
İyi Parti’nin, Zafer Partisi’nden bazı eski kadroları transfer etmesi ve bunu “büyük katılım” olarak duyurması, parti içinde ciddi bir huzursuzluğun fitilini ateşledi. Üstelik bu transferin, Zafer Partisi’nin tutuklu liderine yönelik bir siyasi operasyon havasında sunulması, ahlaki ve etik bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Oysa ki siyasette güç devşirmek için yapılan her hamle, özellikle tabanı güçlü olmayan partilerde, ters etki yaratabilir.
Zafer Partisi, Türk milliyetçisi çizgide göçmen karşıtı ve radikal bir dille özdeşleşmiş bir yapı. Bu yapının isimlerini partiye dahil edip “kadro genişletme” olarak sunmak, İyi Parti’nin merkez sağ, milliyetçi ve seküler demokrat karışımı çizgisine ters düştü. Bu transfer, bir stratejik kazanımdan ziyade, parti kimliğinde çatlaklara neden olan bir hareket olarak hafızalara kazındı.
İyi Parti Tabanı Neden Tepkili?
İyi Parti’nin kuruluş motivasyonunda, merkez sağda bir boşluğu doldurmak, MHP’nin Bahçeli yönetiminden kopan milliyetçi-Atatürkçü çizgiye yeni bir adres sunmak vardı. Bu çizginin temelinde ise siyasal tutarlılık, laiklik, demokrasi ve Türk milliyetçiliği yer alıyordu. Ancak bugünkü hamleler, bu ilkelerle çelişiyor.
Zafer Partisi'nden gelen isimlerle “yeni bir dil” mi kuruluyor, yoksa mevcut tabana rağmen farklı bir çizgi mi benimsenecek? Bu sorunun yanıtı, partiden istifa eden bazı il başkanlarının ve uzun yıllar emek vermiş yöneticilerin açıklamalarında gizli. Kimileri bu durumu “partinin ruhuna ihanet” olarak nitelendirirken, kimileri ise “farklı güç odaklarına teslim olma” şeklinde yorumluyor.
Dervişoğlu’nun Zor Dönemi
Müsavat Dervişoğlu için bu dönem bir sınav. Koltuğa oturduğu günden bu yana söylemlerinde daha sert, daha ideolojik bir çizgi benimsediği gözlemleniyor. Ancak bu yeni çizginin İyi Parti’ye alan açmak yerine alan daralttığı, anketlerdeki hızlı düşüşle de ortaya çıkıyor. Oy oranları %7’lerden %3-4 bandına gerilerken, partinin büyükşehirlerdeki örgüt yapıları zayıflamaya başladı.
Parti içinde bir hizip savaşı yaşandığı da konuşuluyor. Bazı isimler Dervişoğlu’nun bu yeni yönelimini desteklerken, parti içinde geniş bir kesim “Akşener sonrası yönsüzlük” ve “yabancı ideolojik unsurların etkisi” nedeniyle huzursuz. Bu da partiyi içeriden kemiren bir krize dönüştürüyor.
İyi Parti Nereye Gidiyor?
Eğer İyi Parti bu krizi derinleştirmeye devam ederse, önümüzdeki genel seçimlere tabelada kalan bir parti olarak girme riskiyle karşı karşıya. Toplumsal karşılığı olan siyasal kimlikler, güven ve tutarlılıkla büyür. Seçmen, transfer edilen isimlerden, medya şovlarından ya da geçici gündemlerden değil; temsil ettiği değerlerden etkilenir.
Bu değerler bir kez kırıldığında, yeniden inşa etmek yıllar alabilir. İyi Parti’nin şu an yapması gereken en önemli şey, hızla kimliğini netleştirmek, tabanla sağlıklı iletişim kurmak ve ilkelerine dönmektir. Aksi takdirde, geçmişin umut vaat eden partisi, yakın gelecekte siyaset sahnesinden silinmeye aday hale gelebilir.
Siyasette hamle yapmak kadar, o hamlenin sonucunu öngörebilmek de marifettir. Ne yazık ki Dervişoğlu’nun Zafer hamlesi, “kendi ayağına sıkmak” deyiminin bir başka versiyonu olarak tarihe geçebilir.
******
Karen Fogg’un Çocukları: Etnik Dernekler Üzerinden Milliyetçilik Manipülasyonu
Türkiye’de son otuz yılda ciddi biçimde yaygınlaşan bir sivil toplum dalgası var: Etnik kimlik odaklı dernekler. Yörük-Türkmen, Afşar, Tahtacı, Zaza, Laz, Kürt, Çerkez, hatta mezhebi aidiyetleri bile etnik bir forma dönüştürmeye çalışan Alevi dernekleri... Hepsi bir kimlik inşası etrafında örgütleniyor. İlk bakışta yerli ve milli bir kültürel uyanış gibi görünse de bu derneklerin büyük kısmı aslında Avrupa Birliği projelerinin ürünüdür. Bu derneklerin izini sürdüğümüzde, karşımıza 1990’lı yıllarda Türkiye’deki AB sürecinin en tartışmalı aktörlerinden biri çıkıyor: Karen Fogg.
Karen Fogg ve Etnik Mozaik Projesi
Karen Fogg, 1990’ların sonunda Türkiye’deki Avrupa Birliği Delegasyonu’nun başındaydı. Görevi süresince, Türkiye’yi AB’ye yaklaştırmak kadar, Türkiye içinde “çoğulcu kimliklerin” güçlendirilmesini hedefleyen çok sayıda projeye imza attı. Bu projelerin temel amacı, ulus-devlet anlayışını gevşetmek, merkezi yapıyı çözmek ve etnik-mezhebi kimlikleri daha görünür hale getirmekti.
Fogg’un teşvikiyle onlarca “etnik temelli” dernek kuruldu, fonlandı ve uluslararası sivil toplum haritalarına yerleştirildi. O dönem bu girişimlere karşı çıkan bazı milli çevreler, bu derneklerin yöneticilerine “Karen Fogg’un çocukları” demekteydi. Bugün bu tanımlamanın ne kadar yerinde olduğu daha açık biçimde anlaşılıyor.
Milliyetçilik Maskesiyle Sahne Alanlar
Son yıllarda dikkat çeken gelişme ise, bu derneklerin bir kısmının “Türk milliyetçisi” maskesiyle sahneye çıkması. Yörük-Türkmen ya da Afşar kimliği etrafında sözde milliyetçi söylemler üreten bazı yapılar, aslında etnik alt kimliği Türk üst kimliğinin önüne geçirerek, parçalı bir milliyetçilik anlayışını yaygınlaştırıyor. Bu durum, Türk milliyetçiliğinin birleştirici, bütüncül yapısını zedeliyor ve etnikleşmiş, mezhepleşmiş bir “kabile milliyetçiliği”ne dönüşmesine neden oluyor.
Üstelik bu yapılar zamanla kendi içlerinde bile bölünüyor. Dernek içinde “gerçek Türkmen kim?” tartışmaları, liderlik çatışmaları ve çıkar kavgaları yaşanıyor. Bu da gösteriyor ki amaç birlik değil, böl-parçala-yönet mantığıyla kurgulanmış yapılar. Bir başka ifadeyle, dış güdümlü yapılar içten içe Türk milliyetçiliğini aşındırıyor.
Farkında Olmadan Hedefe Hizmet
Birçok iyi niyetli insan bu derneklere katılıyor, kültürünü yaşatmak istiyor. Ancak farkında olmadan AB’nin çok katmanlı kimlik inşası politikasına hizmet ediyor. Avrupa’da hiçbir devlet kendi içinde bu kadar mikro kimlik üzerinden örgütlenmeyi teşvik etmezken, Türkiye’de bu yapıların fonlanması ve övülmesi bir çelişki değil midir?
Bu derneklerin amacı kültür yaşatmak değil, kültürü siyasi bir kimliğe dönüştürerek Türk kimliğinin içini boşaltmak. “Biz de Türk’üz ama Afşarız, Yörüğüz, Tahtacıyız” gibi ifadelerle başlayan cümleler zamanla “biz aslında Türk değiliz, kendimize has bir halkız” çizgisine evriliyor. Tam da Karen Fogg’un planladığı gibi…
Sonuç: Maskelerin Düşmesi Gerekiyor
Milliyetçilik, üst kimliktir. Alt kimlikleri inkâr etmez ama onların üstünde, birleştirici bir zemin kurar. Bugün milliyetçi geçinen bazı yapılar, bu zemini dinamitleyen, bölünmeyi normalleştiren, dış bağlantılı projelerle iç içe geçmiş durumda. Halk, bu maskeli yapıları görmeli ve gerçek milliyetçiliği, çıkar gruplarının değil milletin sesi yapan anlayışı yeniden inşa etmelidir.
Karen Fogg’un başlattığı proje bugün hâlâ sürüyor. Ama artık bu oyunun figüranları değil, karşısında duran gerçek aktörleri olma zamanı.
**
Mevlüt Abi'nin Not Defteri: Bayramı Çok Arayacağız
Bayramı çok arayacağız... Hem dini olanını hem de bizim Bayram kardeşi.
Memlekette ne olduysa, Adnan Hocamın kediciklerle gerdan kırdığı günlerin bitmesinden sonra oldu. O günlerde ekranlarda fırfır dönen kolyeler, altın varaklı koltuklar ve sabahlıkla yapılan tebliğler vardı. O sabahlıklar, bu milletin akşamına kadar tesir ederdi. Ne zaman ki Adnan Hocam kodesi boyladı, kedicikler sahipsiz kaldı, ülke de yörüngesinden çıktı. Felaketin biri bitti, öbürü başladı.
Tam o günlerde Bayram kardeşim de taraftarın "Bayram istifa!"sını "amenna" deyip, takımı bir çay demliği kıvamında devretti. Ama ne devir! Hani icradan alınmış, tapusu hâlâ adliyede duran, maçlara çıkmayan bir kulüptü. Bayram aldı, sanki çamuru yoğurur gibi tuttu takımı... Üçüncü ligden aldı, ikinci lige sonra, birinci lige uçurdu, en son süper lige fırlattı. Jet gibi çıktı, aynı hızla yere çakıldı.
Ama işte Allah’ın işi. Salgın oldu, ligde kaldı. Deprem oldu, yine ligde kaldı. Bina yıkıldı ama Bayram’ın takımı yıkılmadı. Ta ki... Taraftar "Yeter Bayram, devret" diye diye, adam da "Buyurun" dedi, takımı kuzeyin ayazında BAL’a bile takım düşürmüş birine teslim etti.
Ve ne oldu?
Felaketin fitili ateşlendi.
O günden sonra takım darmadağın. Farklı mağlubiyetler, borçlar, manavın veresiye defteri, kasabın siniri, çaycının isyanı derken kulüp, ilçedeki halı saha turnuvasına bile başvuru yapamayacak hale geldi. Kadroya da ne kadar futbolculuktan emekli, yürüyüş yolunda bastonla antrenman yapan adam varsa doldurdular. Takım, tecrübeli değil, tekerlekli oldu.
Yeni başkan kuzeyden gelen o meşhur BAL düştürücüsü. Onun düştürdüğü kuzeydeki takımı görenler, bizimkine “Geçmiş olsun” demeye başladı bile.
Netice?
Adnan Hocamdan sonra memleket, Bayram kardeşimden sonra da kulüp felaketler diyarına döndü. Şimdi soruyorum:
Kedicikler ekranlara dönse, Bayram da takıma geri gelse… En azından felaketlerin tadı tuzu olurdu.
Çok değil dostlar...
Gidişat böyle devam ederse;
Adnan Hocamı da çok arayacağız,
Bayram kardeşimizi de çooookkk...