Türkiye siyaseti, son günlerde PKK'nin fesih açıklamasıyla çalkalanıyor. Örgütün geçmişine ve mücadelesine ilişkin yaptığı değerlendirmeler kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve sosyalist hareketleri hedef alan suçlayıcı dili de dikkat çekiyor. PKK’nin “fesih” açıklamasıyla birlikte, bir süredir kamuoyunda farklı başlıklar tartışılıyor. Bu açıklama, sadece bir örgütün sona erme ilanı değil; aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna, ortak tarihimize ve sosyalist mücadeleye dönük ideolojik bir saldırıydı.
Bu açıklamaya karşı, birçok sosyalist yapının sessizliğini koruduğu bir ortamda Türkiye Komünist Partisi (TKP), ilkeli ve net bir tutum sergileyerek tepkisini kamuoyuyla paylaştı.
TKP’nin açıklamasında, “Faturanın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve sosyalizme çıkarılmasına karşı çıkacağız” ifadesi özellikle öne çıkıyor. Bu cümle, sadece bir politik refleks değil, aynı zamanda tarihsel bir duruşun ve ideolojik bir netliğin göstergesi. TKP, kuruluş ilkelerine sahip çıkmakla kalmadı, sosyalist mücadelenin yönünü ve sınırlarını da belirginleştirdi.
PKK’nin açıklamasında Cumhuriyetin kuruluş süreci “inkârcı” olarak nitelendirilirken, sosyalist mücadele de dolaylı biçimde suçlanıyor. Bu durum, Türkiye solunun bir kısmında hâlâ çözülememiş olan ulusal meseleler karşısındaki dağınıklığı yeniden gündeme taşıyor. TKP’nin çıkışı ise bu anlamda bir uyarı niteliği taşıyor: Sosyalizm, tarihsel gerçekliklerden kopuk, ulusal meseleleri araçsallaştıran yapılara teslim edilemez.
Sessizlik çoğu zaman onay anlamına gelir. PKK gibi bir yapının Cumhuriyet’e ve sosyalist değerlere yönelttiği saldırılara karşı sessiz kalanlar, istemeden de olsa bu saldırılara zemin hazırlamış olur. TKP’nin tavrı bu anlamda hem bir politik sorumluluk hem de bir tarihsel görev bilinci olarak öne çıkıyor.
Bu çıkış, sadece bir siyasal partinin değil, Türkiye solunun geleceği adına da umut verici. Sosyalizmin, hem emperyalizme hem de bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyen silahlı yapılara karşı net bir duruş sergilemesi gerektiği bir kez daha ortaya çıktı.
Sonuç olarak, TKP’nin açıklaması sadece bugünün politik çatışmalarına değil, aynı zamanda sosyalist hareketin ideolojik berraklığına da önemli bir katkı sundu. Sol, bu türden net ve tutarlı duruşlarla güçlenebilir; kararsızlıkla ve konjonktürel sessizlikle değil.
**
Zeray Apartmanı Raporu ve belediyelerin sorumluluğu
6 Şubat 2023’te yaşanan büyük felaketin üzerinden geçen zamana rağmen, Türkiye hâlâ adaletin bütün yönleriyle tecelli etmesini bekliyor. Adana’da da o yıkıcı gecede onlarca yapı yerle bir oldu, yüzlerce insan hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı. Fakat ne yazık ki adli süreçlerdeki eşitsizlik, bu yıkımın ardından da karşımıza çıkmaya devam ediyor.
Adana’da yıkılan binalardan biri olan ve 56 kişiye mezar olan Zeray Apartmanı davasında önemli bir gelişme yaşandı. Konya Teknik Üniversitesi’nden akademisyenlerin hazırladığı bilirkişi raporu, bugüne kadar adeta görünmez kılınan bir sorumluluğu açıkça ortaya koydu: Belediyeler.
Rapora göre, apartmanın yıkımında sadece müteahhitler ya da fenni mesuller değil, belediyenin yapı kontrol birimi ile iskan raporundan sorumlu olanlar da asli kusurlu; proje kontrol birimi ise tali kusurlu bulundu.
Bu, hayati bir kırılma noktasıdır.
Zira bugüne dek birçok davada müteahhitler, kooperatif başkanları ve teknik sorumlular hızla gözaltına alınıp tutuklanırken, belediyelerin ilgili birimlerinde çalışan görevliler adeta bir koruma zırhı altında hareket ettiler. Hakkında soruşturma izni verilmeyen kamu görevlilerine, sanki bu yıkımların içinde hiçbir payları yokmuş gibi davranıldı. Oysa bir yapının projesi onaylanmadan, denetimi yapılmadan, iskânı verilmeden nasıl bu hale geldiği sorusu hep ortada duruyordu.
Zeray Apartmanı bilirkişi raporu, işte bu sorunun cevabını veriyor: Belediyelerin yapı kontrol, proje onay ve iskan bölümleri de en az inşaatı yapan kadar sorumludur.
Bugüne dek yargı önünde sadece müteahhitlerin ter döktüğü bu ülkede, artık sıra kollarını sıvayıp “Ben sadece belgeyi verdim” diyenlerde. Çünkü o belge, o bina kadar öldürücü olabilir.
Bir binanın yıkımı bir zincirdir. O zincirin halkaları arasında imza atan da vardır, göz yuman da. Sadece çimento karıştıranı değil, o çimentoya gözünü kapatanı da sorumlu tutmak gerekir.
Şimdi artık top yargının önünde. Müteahhitlere ve fenni mesullere uygulanan yasalar, belediye görevlileri için de geçerli olmalıdır. “Kamu görevlisi” sıfatı, yapılan ihmalleri perdeleyen bir kalkan haline gelemez. Aksi takdirde adalet yerini bulmaz, sadece günah keçileri yaratılmış olur.
Türkiye, bir daha böyle bir felaketi yaşamamak için sadece binaları değil, denetim sistemini de yeniden inşa etmek zorundadır. Bu da eşit, kapsayıcı ve korkusuz bir yargı süreciyle mümkündür.
Zeray Apartmanı, sadece bir yıkım değil; aynı zamanda bugüne kadar görmezden gelinen sorumlulukların hesabını sorma imkânıdır.
Şimdi sorulması gereken asıl soru şudur: Bu rapordan sonra, adalet sadece müteahhitleri mi yargılayacak, yoksa belediyeleri de sorumlular listesine dahil edecek mi?
Bekleyip göreceğiz.
**
Mevlüt Abi’nin Not Defteri
Ali’m Yüregir’i fethediyor!
Duyduk duymadık demeyin! Ali’m kardeşim yine sahalarda. Yüregir’i gezeceğim diye kendini helak etmiş. Vallahi bu adam da harita mühendisliği ruhu var. GPS bile onun kadar çalışmıyor. O mahalle senin, bu sokak benim, çiğköfteciden çıkıp bakkala, oradan kahveye, kahveden de ara sokağa... Böyle bir tempo Usain Bolt’ta yok.
Ali’m’i gören “Herhâlde yeniden belediye başkanı adayı” diyor. Hayır efendim, henüz değil. Ama aday adayı adaylığına göz kırpıyor olabilir. Yani niyet var, nabız yoklama aşamasında. Nabız da maşallah halk pazarından ucuz... Herkes bir şey bekliyor ama en çok da “bir şey” bekleyenler yorulmuş durumda. Çünkü Alım geziyor, ama durmuyor. Duran bir Ali’m yok. Ne demiş şair: “Koşan atın dışkısı da kıymetli olur.” Hah, tam da öyle!
Yalnız buradan Ali’m’e bir çift lafım var. Bak kardeşim, sen kendini düşünmüyorsan, senden yönetim kurulu üyeliği, encümenlik, daire müdürlüğü, fen işleri şefliği bekleyenleri düşün be evladım. Yazık değil mi adamlara? Her gün sana umutla bakan, “Bu adam seçilirse beni sosyal işler amiri yapar” diye hayal kuranlar var. Sen şimdi kendini parçalarsan, sürmenaj olursan, bu garibanlar ne yapar?
Hayalleri yıkılır, seçimden sonra kahvede “Ben zaten istememiştim” edebiyatına başlarlar. Canlı cenazeye dönerler, mazallah. Gözleri yolda kalır. Kalp kırılır, koltuklar boş kalır. Herkes bilir, boş koltuk kadar iç burkan bir şey yoktur bu memlekette.
O yüzden Ali’m kardeşim, biraz frene bas. İnsanlarla dertleş ama mahallenin asfaltını da sen kontrol etme be yiğidim. Muhtarın üstüne basarsın, olmaz. Bırak birileri de “Biz de varız” desin. Ha seçim zamanı kapı kapı dolaşılır, ona lafımız yok. Ama sen şu an zaten sokağın belediye hoparlörü gibisin. Herkesten çok sen konuşuyorsun.
Son olarak...
Ali’m’e sesleniyorum:
Bu kadar gezme kardeşim, vallahi yerin kulağı değil, bel fıtığı var.
Yarın bir gün oturamayıp seçim afişlerini yatarken asarsın.
Not: Sıradaki not, “Çay ocağında siyaset yapan dayılar” üzerine. Onlar da formda.
Bir not daha. Bu yazıyı yazarken dudaklarıma nedense Ali’m Gitme Pazara türküsü takıldı. Saatlerde söyledim durdum:
Ali’m de gitme pazara/ Uğradırlar nazara/ Ali’m de öldü diyenler/Gendi girsin mezara…