Müneeccimbaşı Hilmi Efendinin Sultan Kündekâri Hazretlerine, yıldıznameye bakıp,“Devletlü efendimiz, Hünkarımız, bu olay burada yaşanıp bitecek. Tebaanız bunu duymayacak. Sadrazam hazretlerinin boş bulunup anlattıkları da yıllar içinde bu olayı unutup gidecekler. Bir asır sonra, Serdar, Ayşa, Uğur, Hamza adında dört vefalı genç çıkacak. Sizin, İngiliz Elçisini bir tokatta yere serdiğinizi anlatacaklar. Bütün dünyaya öyle anlatacaklar. Cümle cihan-ı alem de vakayı öyle bilecekler ve sizi bir asır sonra kahraman ilan edecekler. Hatta, Sultanımız İngiliz gavuruna nasıl dersini verdi, nasıl bir tokatta yere serdi. İngiliz yattığı yerde kalkamadı. Sultanımız tokadı başka bir şey, cihanın en güçlü lideri olduğu gösteriyor diyecekler, Hünkarımız için nümayişler yapacaklar, Anma günleri düzenleyecekler. Her genç bir Kündekâri olmak, İngilizleri ve diğer tüm gavur taifesinin bir tokatta yere devirmek isteyecekler. Bugünkünden çok daha güçlü bir hükümdar olacaksınız.” diye söylediği sarayda kısa sürede yayılmıştı.
Şapur Çelebi, kendi geleceğinin çok merak etmeye başlamıştı..
Akşamın olmasını, gecenin karanlığının çökmesini sabırsızlıkla bekledi. Alelacele yatsı namazını eda ettikten sonra Müneccimbaşı Hilmi Efendi’nin saray yavrusu evine koşturdu. Hilmi Efendi, Sadrazam Şapur Çelebi’nin gece gece evine gelmesine bir anlam verememişti. Yoksa kellesi mi gidecekti..
Korku ve merakla, Şapur Çelebi’yi selâmlığa aldı.
“Hayırdır vezirim, bir kusurumuz mu oldu. Sultanımızın bir emirlerimi var?”
Şapur Çelebi kaçın kurası. Hemen anladı Hilmi Efendi’nin endişesini. Yumuşak bir ses tonuyla “Yok bre müneccimbaşı. Sultan hazretlerimize dediğini duydum. Ben de kendi serencamımı merak ettim. Onun için geldin” dedi.
Hilmi Efendi, içinden derin bir oh çekti:
“O kolay vezirim. Hemen şimdi bakarım, yıldızlar ne söylüyor anlatırım…”
Odanın bir köşesindeki sandıktan çıkardığı yıldıznamesini açtı, dikkatle bakmaya başladı. Arada Sadrazam Şapur Çelebe’de bakıyordu. Arada “Allahın hikmeti” diye mırıldanıyordu.
Gözlerini yıldıznamede kaldıktan sonra, Şapur Çelebi’nin gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladı:
“Efendimiz sizi de haliniz gelecekte Sultanımız gibi olacak. Hatta ondan fazlası, bir başka şahıs olarak yeniden dünyaya gelecek, bugünkü devleti yöneten ikinci adam olacaksınız.
Allah, herkese böyle bir fırsat vermez ama, siz sevgili kuluymuşsunuz, bir asır sonra sizin yeniden dünyaya gelmenize, Âli Osmani topraklarında yeniden vücut bulmanıza, vezaret makamında bulunmanızı bahşeylemiş. O zaman da, bugünkü gibi dokuz kere olmasa da yedi kerebaşvezirlikbir kerde hanedan başı olarak cem’an sekiz kere vazife alacaksınız. Yalnız ufak bir mesele var. Şimdiki gibi zengin ailenin mahdumu olarak değil, bir köylü çocuğu olarak dünyaya geleceksiniz. Sonra vezir olacaksınız.”
Şapur Çelebi, müneccimbaşının lakırdısından çok memnun oldu. Öyle ya her kula dünyaya bir daha gelmek nasip olmazdı. O gece, Şapur Çelebi olarak dünyadaki son gecesi oldu. Kader, ona beklenmedik bir son yazdı. Bir gece, sarayın loş odalarından birinde, gözlerini kapatırken bir şey hissetti; sanki ruhu bu dünyada tamamlanmamış bir görevle hapsolmuştu.
Payitahtın en çalkantılı dönemlerinden birinde, Sultan Kündekâri’nin gölgesinde bir adam yükselmişti Şapur Çelebi. Kimi zaman zekâsı, kimi zaman kurnazlığıyla tam dokuz kez sadrazamlığa getirilen bu adam, devleti ayakta tutmak için her seferinde daha büyük mücadelelere girmişti.
Bir asır kadar sonra, Anadolu’nun bereketli topraklarında, küçük bir köyde bir bebek dünyaya geldi. Bu bebek, büyüyüp “Çoban Süleyman” olarak anılacak, köyden kasabaya, kasabadan başkente giden yolculuğunda tam dokuz kez başbakan olacaktı. Ancak kimse onun, bir zamanlar Osmanlı saraylarında vezir olan Şapur Çelebi’nin ruhunu taşıdığını bilmiyordu.
Süleyman, çocukluğunda sıradan bir köy çocuğu gibi görünse de içinde sönmeyen bir ateş vardı. Diğer çocuklar koyun güderken, o sürekli hayaller kurar, kendi kendine "Ben bu ülkeye hizmet edeceğim!" derdi. Bir gün, babasının eski sandığında, Osmanlı tarihine dair eski bir kitap buldu. Sayfalar arasında gezinirken, dokuz kez sadrazam olmuş Şapur Çelebi’nin hikâyesini okuduğunda içini garip bir his kapladı. Sanki bu hikâye ona çok tanıdık geliyordu.
Yıllar geçti, Süleyman eğitim aldı, siyasete atıldı ve sonunda milletin teveccühüyle başbakan oldu. Ancak bu, sadece bir başlangıçtı.
Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu söylerler. Süleyman, görev süresi boyunca çeşitli entrikalar, ayak oyunları ve siyasi çekişmelerle mücadele etti. Ancak kaderin garip bir cilvesi olarak tam dokuz kez bu makama getirildi. Her seferinde farklı bir misyonla, farklı bir idealle ama hep aynı azimle çalıştı.
Yedinci başbakanlığında, artık yaşlanmış, saçlarına aklar düşmüştü. Bir gün, çalışma odasında Osmanlı tarihine dair eski bir kitaba gözü ilişti. Sayfaları karıştırırken yine o isimle karşılaştı: Şapur Çelebi. Kitabı kapattı, gözlerini kapattı ve içinden gülümseyerek şöyle fısıldadı:
"Demek ki tarih beni unutmamış…"
Ve Çoban Süleyman, Şapur Çelebi’nin ruhuyla son kez başbakanlık koltuğuna, bu kez cumhurbaşkanı olmak veda etti.
Süleyman’ın vefatının ardından, halk arasında onun hakkında pek çok hikâye anlatıldı. Kimi, onun ruhunun yeniden doğacağına inanıyordu, kimi ise onun ülkeye kazandırdığı eserleri konuşuyordu. Fakat ne olursa olsun, bir gerçek değişmedi: Çoban Süleyman, tarihin tekerrür eden bir yüzüydü. Kader, bir adamı iki kez büyük bir lider yapmıştı ve belki bir gün, Şapur Çelebi’nin ruhu yeniden bir liderin bedeninde hayat bulacaktı…