Türkiye’nin siyasi ve toplumsal dokusu, yıllardır süre gelen etnik, ideolojik ve sınıfsal ayrışmalarla örülüdür.Bu karmaşık yapının içinde, bir kişiyi ya da hareketi eleştirmek, yalnızca bir fikir beyanı değil; kimlik bildirimi, taraf seçimi ve çoğu zaman ithamlarla dolu bir tehlikeli yürüyüşe dönüşebiliyor. Son yıllarda sıkça karşılaştığımız bir paradoks var: Devlet Bahçeli veya MHP eleştirildiğinde bu, "demokratik bir refleks" olarak görülüyor. Ancak benzer bir eleştiri PKK çizgisine yakın aktörlere, DEM Parti'ye ya da örneğin Sırrı Süreyya Önder'e yöneldiğinde, kişi bir anda “Kürt düşmanı” ya da “ırkçı” etiketiyle karşı karşıya kalabiliyor. Peki neden?
Bu farkın temelinde, Türkiye’nin tarihsel kırılmaları, kimlik siyaseti ve toplumsal travmaları yatıyor. Devletin kuruluşundan bu yana Türk kimliği merkezde bir yerde konumlandı. Bu durum, Türk siyasal hareketlerinin eleştiriye daha dayanıklı algılanmasına neden oldu.MHP ve Bahçeli gibi aktörler, devletçi reflekslerin sembolü olarak görülüyor.Onlara yöneltilen eleştiriler, çoğunlukla sistem içi bir hesaplaşma gibi karşılanıyor.
Öte yandan, Kürt kimliği uzun yıllar boyunca inkâr ve asimilasyon politikalarıyla bastırılmış bir kimlikti.Bu bastırılmışlık, doğal olarak daha fazla savunmaya, daha fazla kimlik duyarlılığına yol açtı.Bu yüzden Kürt hareketine ya da temsilcilerine yönelik her eleştiri, geçmişin baskılarının gölgesinde "etnik bir saldırı" gibi algılanabiliyor.Bu hassasiyet anlaşılabilir ama bu, eleştiri hakkını bastırmak için bir silaha dönüşmemeli.
Kürt olmak, Türk olmak gibi onurlu bir kimliktir.Ancak hiçbir kimlik, eleştiriden muaf tutulamaz.PKK’nin şiddet eylemleri, bir siyasi hareketin meşruiyetini sorgulatıyorsa, bu eleştirilmelidir.Tıpkı Bahçeli’nin bazı çıkışlarının demokratik değerlerle çeliştiği noktada eleştiri konusu olması gibi.Önemli olan, bu eleştirilerin özenli bir dille, genellemeden uzak, birey ve kurum düzeyinde yapılmasıdır.
Asıl tehlike, fikir özgürlüğünü etnik kimliklerin zırhına hapsederek, tartışılmazlık alanları yaratmaktır.Türkiye, çok kimlikli ve çok dilli bir ülke olarak, bu çeşitliliği sindirebildiği oranda demokratikleşecektir.Fakat bu, eleştirilemez kutsallar üretmekle değil, eleştiriyi normalleştirmekle olur.
Herkesin aynı fikirde olması beklenemez; ama herkesin fikir beyan etme hakkı, kimliğine bakılmaksızın savunulmalıdır.Bu çifte standartlardan çıkışın yolu da, eleştirinin içeriğine değil, kime yöneldiğine göre tavır almaktan vazgeçmekten geçer.
**
Mevlüt Abinin Not Defteri
Başarılı Belediye Başkanı Olmanın Püf Noktaları (Tecrübeyle Sabittir)
Eskiden belediye başkanı olmak zordu. Proje yapacaksın, yol yapacaksın, çöp toplayacaksın, vatandaşa hesap vereceksin falan… Şimdi öyle mi ya! Ben Mevlüt Abi olarak yılların tecrübesiyle anlatayım: Artık başarılı belediye başkanı olmanın yolu başka!
Bir kere her mahalleye bir “butik park” yapacaksın.Öyle büyük şatafatlı parklara falan gerek yok.Bir tane salıncak, iki tane bank, bir tane de ışıklı süs havuzu koydun mu tamam.Yanına da “Şehit Bilmemkim Parkı” yazdın mı kimse sesini çıkaramaz.
Sonra gelsin özel günler! Anneler Günü, Sevgililer Günü, Dünya Kahkaha Günü... Hiç fark etmez. Elinize bir demet çiçek alacaksınız, kadınlara çiçek verin, çocuklara balon dağıtın. Sosyal medya fotoğrafları da eksik olmasın! Üç story, iki reels, bir de drone görüntüsü... Ertesi gün herkes "ne duyarlı başkan" diye paylaşır.
Ama en önemli nokta: İstihdam politikası! Seni eleştireni susturmak mı istiyorsun? Yönetim kuruluna al, olmadı eşini belediyeye zabıta yap. Adam bir hafta içinde seni övmeye başlar. “Ya başkanın vizyonu var kardeşim, görmüyor musunuz?” der, yüzün tutarsa bir de teşekkür paylaşımı yapar.
Ve final: “Genel merkez bu adamı neden büyükşehire aday yapmıyor?” furyası! Sosyal medyada iki paylaşım, üç gönüllü troll ve bir tane köşe yazarı desteğiyle seni Ankara ya da İstanbul için “potansiyel başkan adayı” yaparlar. Gerisi hikâye.
Yani sevgili okurlar, artık başarı halkla değil, algıyla ölçülüyor.Önemli olan icraat yapıyormuş gibi yapmak.Gerçek hizmeti kimse görmez, ama açılış kurdelesi kesince herkes ayakta alkışlar.
Şimdi müsaadenizle, yeni açılan “Çocuk Gülüşü Parkı”nın kurdelesini keseceğim. Drone yukarı çıksın, müzik açın, ben poz veriyorum.
Mevlüt Abi, hizmetin nabzını tutmaya devam ediyor. Şaka maka, bu işler de bir meziyet ha!
**
Cumartesi Öyküleri
“Kahvede Necip Muhabbeti”
Sabah çayımı almışım, gazetemi açmışım, Necip evladımın o hareketini okuyunca içim titredi. Dedim ki kendi kendime: “Bu haber mahallede duyulmalı Mevlüt! Yalnız senin kalbinde kalırsa yazık olur.” Aldım bastonumu, doğru mahalle kahvesine.
İçeri girerken her zamanki gibi selamı çaktım:
— Selamünaleyküm beyler, sabahın hayrı üstünüze olsun.
Sami dayı okey taşıyla uğraşırken kafayı kaldırmadan
— Ne oldu Mevlüt, yine kim düştü memleketin üstüne?
dedi.
Dedim:
— Bu sefer kimse düşmedi dayı. Bir delikanlı çıktı, centilmenliğiyle kalbimizi fethetti! Beşiktaşlı Necip Uysal!
Masada bir sessizlik oldu. Genelde herkes Galatasaraylı ama Necip konusu evrensel. Rıza amca elindeki çayı yudumladı,
— O kimdi la? Sol bek mi?
dedi.
— Yoo, orta saha. Ama her pozisyonda oynar. İsterse kaymakam olur, müftü olur, lazım olsa vali vekilliği bile yapar.
dedim.
Sonra anlattım, tane tane:
— Maç sonrası Gedson, tribünlere üçlü çektirecek. Bizim Necip tutuyor kolundan, "Yav yapma ayıptır" diyor. Rakip şampiyonluk kaybetmiş, acılı. Saygı gösterelim diyor.
Sami dayı bu kez kafayı kaldırdı:
— Vay anasını, bizde olsa mahalle maçında bile top dışarı çıkınca birbirine omuz atanlar var.
dedi.
— Aynen öyle! dedim.
Sonra bardaktaki çayımı gösterip devam ettim:
— Şimdi bakın, şu çay gibi delikanlı bu Necip. Demli ama yakmıyor. Sıcak ama taşırmıyor. Şeker gibi ama yapay değil!
Kahveci İbrahim gülerek araya girdi:
— Mevlüt Abi, senin bu anlatım tarzınla Necip’i cumhurbaşkanı yaparız vallahi.
— Yapmayın öyle şeyler, çocuk bozulmasın! dedim. Bu devirde birinin düzgün kalması büyük mesele. Zaten bir yanlış yaparsa, önce ben döverim!
En son Cengiz, fırıncı olan, lafa girdi:
— Yav Mevlüt Abi, ben bu çocuğu hiç böyle düşünmemiştim. Vallahi helal olsun. Hatta ekmeğin arasına resmini koyup satsam, vicdanı da doyurur!
Kahkaha koptu. Sonra herkes kendi takımını unuttu, çayı yudumladı ve "Helal olsun Necip" diye bir ağızdan söylendi.
Ve ben o an anladım: Futbol top değil, adamlıkmış. Necip Uysal bunu bize bir daha hatırlattı.