Türkiye'de bu tür istatistikler bulmak kolay değil, ancak dünyanın en prestijli okullarından Harvard Üniversitesi'nin İşletme Fakültesi mezunlarına bakıldığı zaman, 1960'larda mezunların %6'sı finans alanında kariyer yaparken bu oran 2014-2018 yıllarında %30'a yükseldi. Mezunların diğer bir %24'lük kesimi de danışmanlık alanına yöneldi. Yani dünyanın en büyük şirketlerine yönetici yetiştiren okulun mezunlarının yarısından fazlası, hissedar kapitalizmine hizmet etme yolunu seçti. Keza finans sektörünün Amerikan GSMH'sındaki oranı da bu süreçte üç kattan fazla artarak %3'ten bugün %10'a yükseldi.
Sonuç ortada. Tüm servetin, eğitimli iş gücünün ve dikkatin finans üzerinde toplanması, her şeyin finansallaşması sonucu, ekonomi tartışmalarındaki insan faktörü de giderek kayboluyor.
Bu durumun çok dikkat çekmeyen bir başka yan etkisi, ekonominin, eğitimli nüfusun ve özel sektörün tamamen finans merkezi olan büyük şehirlerde, Türkiye özelinde İstanbul'da toplanmasına sebep olması. Servet finansallaştıkça İstanbul'da, New York'ta, Londra'da toplanıyor, ülkelerin taşralarındaki iş imkanları da bu ölçüde azalıp büyük şehirlere kayarak eğitimli nüfusun da buralarda toplanması sonucunu doğuruyor. Yine Harvard İşletme Fakültesi mezunlarından örnek vermek gerekirse, yapılan araştırmaya göre bütün bir ulusun en yetenekli öğrencilerinin aktığı okulun mezunlarının %61'i, kariyerlerine yalnızca üç büyük şehirde devam etmeye karar veriyor: Boston, New York, San Francisco.
Fortune dergisi, Amerikan ekonomisinin finansallaşması konusunda yayımladığı, bahsettiğim Harvard İşletme Fakültesi'nin 1949 mezunlarıyla 1982 mezunlarını karşılaştırdığı makalesinde, 1949 mezunlarının çoğunun (ki büyük bölümü kariyerlerinin ilerleyen bölümlerinde ülkenin en büyük şirketlerinin başına geçtiğinden izlerini sürmesi kolay olmuş) memleketlerine dönerek kendi bölgelerinin sanayi şirketlerini büyüttüğü; buna karşılık 1982 mezunlarının ise çoğunun yukarıda bahsettiğim üç büyük şehre taşınarak finans ve danışmanlık alanında kariyer yaptığını yazıyor.
Küçük bir şehirdeki fabrikayı, daha kârlı olduğu için Çin'e taşıma ve yüzlerce kişiyi işsiz bırakma kararını New York'taki ofisinden vermek, 1982 mezunları için çok daha kolay olmuş olsa gerek. O küçük şehirlerde yaşayan ve toplumun birer parçası olan 1949 mezunları ise ekonominin insani yönünü unutmaya fırsat bulamamıştı.
Bu örneği direkt Türkiye'ye de uyarlamak mümkün. Bir enerji firmasının İstanbul'daki merkezinde çalışan, iyi eğitimli Rize'li bir genç, kendi memleketinin doğasını talan edecek projelerin etkisini İstanbul'daki ofisinden daha rahat gözardı edebiliyor. Keza bir Adana'lı olarak, Adana'nın ilk sanayicilerinden olan, Anadolu'da sermaye birikimi yapılarak kalkınma yolunun açılması amacıyla genç Cumhuriyet tarafından palazlandırılan Sabancı'ların, fabrikalarını birer birer kapatıp tası tarağı toplayarak İstanbul'a yerleştiği, paradan para kazanmaya başladıkları, Adana'nın en eğitimli gençlerini de bir daha dönmemek üzere yanlarında götürdükleri döneme de birinci elden şahit oldum. Coğrafyalar farklı olsa da sonuçlar aynı.
***
Devam etmek gerekirse, herhangi bir ülkenin ekonomisinden çıkartılabilecek değer sınırlı olduğundan, yeni değer yaratmak da sermaye için kârsız ve zahmetli olduğundan, küreselleşme dediğimiz fenomene geliyoruz.
Sermaye ülke ülke gezerek, o ülkelerin ekonomilerinde yaratılmış değerleri sömürüyor. Bunun önü ise sermayenin ve malların serbest dolaşımı, özgür ticaret gibi kavramlarla neoliberal devletler tarafından açılıyor.
Dünya ekonomilerinin giderek finansallaşması, bu süreci sermaye için daha da kolaylaştırdı. Finansal spekülasyonların olağan hale gelmesi, döviz ve borsa spekülasyonları, yapılan doğrudan yabancı yatırımların dahi getirilerinin bir kuruşunun ülkede bırakılmaması gibi tüm araçlar bu politikanın sonuçları. Bilinen konular olduğu için çok detaylandırmaya gerek duymuyorum.
Sermayenin kontrolsüzce serbest dolaşımı, büyük şirketlerin küreselleşmesi ve devletlerin kendi ekonomileri üzerindeki egemenliklerini kaybetmeleri sonucunu doğurdu.
Günümüzde dünyadaki belirli bir büyüklükteki şirketlerin tamamı, aslında birer hayalet.
Şirketin genel merkezi bir ülkede, kağıt üstündeki merkezi başka bir ülkede, en değerli marka ve patent haklarını elinde tutan şubeleri başka bir ülkede, kârların büyük bir kısmının aktığı şube başka bir ülkede.
Dolayısıyla özel sektörü herhangi bir alanda denetlemek veya regüle etmek isteyen bir devlet, havanda su dövmekten başka bir şey yapamıyor. Örneğin ABD’de büyük gümbürtüler eşliğinde çıkartılan, yabancı ülkelerde dahi olsa devlet görevlilerine çıkar karşılığı rüşvet veren özel şirket yöneticilerini şahsen sorumlu tutan yolsuzlukla mücadele yasası, orman yangınına dökülen bir
bardak su etkisinden fazlasını yapamadı. Zira gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerin siyasetçilerine rüşveti, New York’taki merkez ofisinde oturan yöneticiler değil, yasanın erişiminin olmadığı Panama şubesinin yetkilileri teklif eder oldu.
Daha somut ve güncel bir örnek vermek gerekirse geçtiğimiz ay, yukarıda bahsettiğim, şirketlerin kendi hisselerini satın alma yöntemini Hollanda durdurmak istediğinde, bunu düzenli olarak yapan petrol şirketi Shell, şirketin kağıt üstündeki merkezini bu işleme izin veren Birleşik Krallık’a taşımaya karar verdi. Fransa, zenginlerden aldığı vergi oranını arttırmak istediğinde ülkenin tüm zenginlerinin aniden başka ülkelerin vatandaşı oluvermesi de başka bir örnek.
SÜRECEK