Bugün dünyada yaklaşık 36 trilyon doların vergi cennetlerinde yattığı tahmin ediliyor. Dünyanın en büyük şirketi Apple, sadece Birleşik Krallık örneğini vermek gerekirse, geçtiğimiz yıl Birleşik Krallık’ta 1.37 milyar pound satış yaptığı halde yalnızca 39 milyon pound vergi ödedi. Avrupa çapında elde ettiği gelir için Apple’ın ödediği vergi %1 gibi bir orana tekabül ediyor. ABD dışında tüm dünyada yaptığı satışlar için tüm ülkelere ödediği verginin oranı, sıkı durun, %0.005.
Yani Apple, yaptığı her 1 milyon dolarlık satış için, satışı yaptığı ülkeye 50 dolar vergi ödedi. Bunu yapan sadece Apple değil, bahsettiğim gibi tüm uluslararası şirketler aynı yöntemleri kullanıyor.
Aslında bunlar da herkes tarafından bilinen şeyler. İşin tartışılmayan kısmı, devletlerin bu düzene karşı ellerinin bağlanmış olması. Zira gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere herhangi bir devlet, vergi yasalarını sıkılaştırmaya, sermayenin ülkesine girip çıkışını kontrol etmeye kalktığı anda tüm bu şirketler, yatırımcılar, sermaye, bir anda buharlaşıp uçuyor, başka bir ülkeye konuyor. Yani dünyadaki hiçbir devletin, her yıl milyarlarca dolar vergi kaybına uğramasına sebep olan ve gelir uçurumunu derinleştiren bu düzene karşı elinden bir şey gelmiyor.
Tabii işin bir de yargı tarafı var. Artık uluslar üstü olan şirketlerin, herhangi bir konuda herhangi bir ülkenin yargısına hesap vermesi de giderek imkansız hale geldi. Her ülke, sarmaşığın kendi sınırları içerisine kalan kısmını budamaya çalışıyor ancak asıl kök, herkesin erişim alanının dışında. Bunlar küresel ölçekteki yansımalar olmakla birlikte, yerel düzeydeki küçük çakallıklarla mücadele etmek hiç mümkün değil.
Örneğin Türkiye’de üretim yapan bir tekstil fabrikasının sahibi, İrlanda merkezli paravan bir şirket kurarak fabrikasını, tüm makinelerini ve ekipmanlarını İrlanda’lı paravan şirkete devrediyor. Sonrasında ise Türkiye’deki şirketi aracılığıyla tüm bu ekipmanı İrlanda’lı şirketten geri kiralıyor. Aynı fabrikanın sahibi, fabrikasında çalıştırdığı 200 işçiyi beş yılda bir kıdem tazminatlarını ödemeden işten çıkartıp, daha sonra yeni ve temiz bir şirket aracılığıyla tekrar işe alıyor. Yüzbinlerce liralık kıdem tazminatları için dava açan, kazanan ve fabrikaya hacze gelen işçilerin avukatları, milyonlarca dolarlık üretim yapan, işler halde, ancak haczedilebilir hiçbir varlığı bulunmayan bir fabrikayla karşılaşıyorlar. Zira fabrikadaki hiçbir varlık Türkiye’deki işçileri işe alan şirkete ait değil. Türkiye'deki bir yargı organının buna karşı bir şey yapması mümkün değil, işçiler kıdem tazminatlarının üzerine bir bardak soğuk su içiyor.
Bunun gibi yüzlerce örnek her gün, her an, dünyanın her yerine yaşanıyor, ve herhangi bir devletin mahkemesinin bu gibi durumlar karşısında eli kolu bağlı.
Öte yandan, bulunduğu ülkede kimseye zırnık koklatmayan sermayedarlar, kendi yatırımlarını uluslararası tahkim yargılamalarının güvencesi altına almış durumda. Son derece yozlaşmış bir süreç sonucu seçilen üç kişilik bir hakem heyeti, egemen ülkelerin parlamentolarının çevreyi ya da insan sağlığını korumak adına çıkardığı kanunları, yatırımcıların yatırımının önünü kapattığı gerekçesiyle iptal etme gücüne sahip.
Türkiye’de yapılan geçiş garantili yap-işlet-devret projelerinin uyuşmazlıklarının çözüm adresi olarak sürekli tartışılan Londra tahkimi, işte yatırım tahkimi adı verilen bu kurumun ta kendisi. Bu projelere tahkim şartı konulmasını eleştiren muhalefet cephesi, yatırım tahkimi müessesesinin, kendilerinin de savunduğu ve iktidara gelmeleri halinde uygulayacakları bir neoliberal uygulama olduğunun ya farkında değil, ya da gözümüzden kaçırmaya çalışıyorlar!
Velhasılı, gelinen noktada, tüm dünya bahsettiğim tüm bu çözümsüzlüklerden yaka silkmiş durumda. Sermayenin gücü sayesinde değişim talepleri şimdilik söndürülebiliyor, reformlar sulandırılabiliyor. Ancak tüm göstergeler, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin kamuoyu ve politika yapıcılarının durumun son derece farkında olduğunu ve bunu düzeltme niyetlerinin olduğunu gösteriyor. İş dünyası dahi bu düzenin sürdürülebilir olmadığının farkında olarak, daha ağır sonuçlar ortaya çıkmadan reformlar yapılması gerektiğinden bahsediyor. Dünyanın en büyük şirketlerinin yöneticileri, hissedarları, en büyük yatırım fonlarının sahiplerinin, servetin yeniden bölüştürülmesi, gelir uçurumunun kapatılması, refahın daha eşit dağıtılmasının zamanının geldiğine dair onlarca açıklaması mevcut.
Gerisi yalnızca zaman meselesi...
Bize düşen ise artık kafamızı kumdan çıkartmak ve neoliberalizm adı verilen bu kanserden Türkiye siyasetini ve iş dünyasını temizlemektir. Bu kanserden arınmış siyasetin yol göstericiliğinde, temizlenmiş bir devletin liderliğinde, kamusu, özel sektörü hep beraber bağımsız, modern ve ekonomik olarak güçlü bir Türkiye inşa etmeyi konuşmamız lazım.
Bunu nasıl başarabileceğimizi ise, bu dizinin son yazısında, önümüzdeki hafta anlatmaya çalışacağım...
BİTTİ