Ancak sermaye ülkenin kalkınmasını umursamaz, en çok kâr getiren alana yatırım yapar.
Sonuç olarak Türkiye'de sermaye otel işletir, yabancı markaların distribütörlüğünü yapar, araba montajı yapar, devlete sırtını dayayıp tekel konumundan para kazanır, kısacası kolay olan her yolla para kazanır, ama asla suya sabuna dokunmaz.
Kolay olan, isteyenin istediğini yapmasına göz yumup bunun karşılığında alınan destekle seçim kazanmak, ancak bu anlayışın Türkiye'yi getirdiği yer ortada...
Türkiye'nin kalkınabilmesi için, sermaye sahiplerini disipline edecek, üretkenliği arttıracak, istihdam yaratacak, teknolojik gelişmeye katkıda bulunacak dönüşümleri yapmaya ikna edecek bir siyasi iradeye ihtiyacı var. Çok sevilen Güney Kore örneğinde yapılan teknolojik atılım, devlet önderliğinde yapılmıştır.
Devlet bir yandan sermayenin ulusun çıkarlarına uygun şekilde hareket etmesini sağlayacak düzenlemeleri yapıp gelir adaletsizliğini de azaltırken öte yandan stratejik sektörleri de korumalı, ülkenin gıda güvenliğini yeniden tesis etmeli, enerji ve teknoloji alanlarında dışarıya bağımlılığı azaltacak yatırımlara önderlik etmeli.
Sol alerjisi olanları da unutmayalım: Tüm bunları kabul ve icra etmek için solcu olmaya da gerek yok, sosyalist olmaya da gerek yok. Aksine, kapitalizmin bugün kendini daha büyük kırılmalardan kurtarmak adına evrimleştiği nokta zaten burası.
Kapitalist bir bakış açısıyla bakıldığında dahi, sermaye sahiplerinin ülke ekonomilerini kalkındırmak gibi bir zorunlulukları olmadığı için, kendileri için en doğru yol olan kâr maksimizasyonu yoluna gitmeleri çok doğal. Bunun ülkenin kalkınmasıyla çeliştiği noktada müdahale etmek, liberal kapitalist bir ülkenin ekonomisinde dahi devletin görevidir. Vicdanıyla cüzdanı arasında seçim yapmak zorunda bırakılan insanların çoğu cüzdanını seçecektir. Bu seçimi sermayedara bırakmadan kanunla yapabilecek olan ise devletin kendisidir.
Bu noktada meramımı çok iyi anlatan ilginç bir örnek vererek yazıyı sonlandırmak istiyorum:
İktisat çevrelerinde küreselleşme, özellikle gelişmekte olan ülkelerin ekonomik kalkınması ve politik ekonomi alanında yaptığı çalışmalarla bilinen ve Harvard Üniversitesi'nde dersler veren Türk iktisatçı Dani Rodrik'in, 2007 yılında New York Times gazetesine verdiği bir röportaja denk geldim.
Röportajında Rodrik, genelde de savunduğu üzere, saf bir serbest piyasanın aksine devletin de aktif olarak dahil olduğu bir karma ekonomi modelinin neden daha doğru bir tercih olacağını anlatırken kendi ailesinden örnek veriyor.
1980'ler öncesinde Türkiye'de uygulanan ve yerli üreticiyi koruyan ekonomi politikaları sonucu ailesinin sahibi olduğu tükenmez kalem şirketinin başarılı olup büyüyebildiğini, kendisinin de bu sayede ailesinde yurtdışında okuyan ilk kişi olabildiğini anlatarak gelişmekte olan ülkelerde ekonomiye devletin verdiği desteğin önemine dikkat çektiği röportajın sonuna iliştirilen ufak bir not ise Türkiye yakın tarihinin adeta bir özeti gibi:
Dani Rodrik'in aile şirketinin, 1980 sonrası ekonominin (kontrolsüzce) dışarı açılması sonucu ucuz ithal mallarla rekabet etmekte zorlandığı, röportaj tarihi olan 2007 yılı itibariyle şirketi yöneten abisinin bu nedenle babalarının yaptığı gibi üretim yapmak yerine ithal ettikleri tükenmez kalemleri satmaya başladıklarını öğreniyoruz.
Görülebileceği üzere, Türkiye gibi sistemin yanlış işlediği bir yerde, tüm dünyaya karma ekonominin, rekabetçi üretimin, ekonomik kalkınmanın doğrularını anlatan dünyaca ünlü bir iktisatçının aile şirketinin dahi üretim yaparak ayakta kalması mümkün değil.
Sayın Kılıçdaroğlu ABD gezisinde Dani Rodrik'in de aralarında bulunduğu bir grup akademisyen ve iktisatçıyla da biraraya geldi. Acaba aile şirketinin halini sormuş mudur, Özal tarafından kaldırılan gümrük duvarlarını tartışmışlar mıdır, bu politikaları öven ve savunan CHP ekonomik kurmayları bu akşam yemeğinde de aynı övgüleri düzmüşler midir, merak ediyorum doğrusu...
Meseleyi fazla uzatmaya gerek yok. İşin özü, Türkiye'de işleri tıkırında olan sermayeyi karşısına almak pahasına bu dönüşümü gerçekleştirebilecek bir siyasi irade var mı? Sayın Kılıçdaroğlu bunu yapmayı vaat ediyor, tıpkı neoliberalizme karşı olduğunu söylediği gibi...
Dünyaya serbest piyasa, serbest ticaret, serbest sermaye vaaz ve ihraç eden, ancak ulusal çıkarları için piyasaya da sermayeye de her tür müdahaleyi yapan Amerikalı'ların (ve genel olarak tüm batılı demokrasilerin) söylediğine değil yaptıklarına bakmamız gerektiği gibi, Sayın Kılıçdaroğlu'nun da söylediklerinden önce yaptıklarına bakıyoruz:
Cumhuriyet Halk Partisinin ekonomik politikalarından sorumlu olan, Kılıçdaroğlu'nun yakın çalışma arkadaşlarının ideolojilerinde bir değişim görmüyoruz. Bu koltukların sahiplerinin isimlerinde de bir değişim görmüyoruz. Yarın olası bir iktidar değişikliğinde ekonomiyi yönetmeye talip olan, muntazaman Babacan ve 2013 öncesi AKP ekonomik politikasını öven ekipte ne bir özeleştiri, ne bir tavır değişikliği, hiçbir emare yok...
Kişilerden, niyetlerden, bağımsız; işleyen, gelişen ve Türkiye'yi kalkındırabilecek bir modeli yaratmak ve uygulamak zorundayız. Bunun için ise öncelikle bir siyasi irade oluşturmak zorundayız.
Değirmenlerle kavga etmenin, havanda su dövmenin zamanı olmadığı gibi birbirimizi aptal yerine koymanın da zamanı değil...