Görüldüğü gibi 1920’lerin, 30’ların, 40’ların Adana’sında bir avuç insan, işçilerin – köylülerin sorunlarına ilgi duymakta, kendi aralarında ülkenin sorunlarını tartışmaktadır. Bunlardan Selahattin Usta, İsmail Usta, Ali Şahin ve Dayı Remzi gibiler işçi önderleridir.
Abidin Dino, Orhan Kemal gibiler de sanat ve edebiyatla ilgilidirler. Yaşar Kemal de aralarına sonradan katılmıştır. Başta Abidin Dino olmak üzere tümü mimlidir.
Attıkları her adımdan bile polisin haberi vardır. İçeri tıkmak için küçük bir fırsat kollanmaktadır.
Bu arada tarım makinalaşmakta, arkasından da üretim artmakta, üretimin artışının doğal sonucu olarak çırçık ve dokuma fabrikalarının biribiri ardına açılmakta, Adana’ya yakın – uzak illerden ipini koparan yoksul insanlar bir lokma bir hırkaya çalışmak üzere bu kente doluşmaktadır.
İşte Orhan Kemal (Mehmet Raşit Öğütçü) Yaşar Kemal (Kemal Sadık Gökçeli) ve Abidin Dino gibi sonradan ülkenin ve dünyanın tanıdığı ressam ve yazarları olacak sanatçılar bu kentte yaşamaktadırlar.
Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Çerkez’i, Boşnak’ı birbirine karışmıştır. Adana adeta bir ırklar galerisidir. Bir uygarlıklar karmaşasıdır. O arada yakın veya uzak Toroslar’da ova köylerinde yaşayan Türkmenler, Farsaklar, Avşarlar, Yörükler gibi göçebe Türk oymakları da ekmek uğruna Adana’ya inmektedirler.
İşte bu insanlar bu çelişkiler yumağı kentin ve sırtını dayadığı ovanın ve buralarda yaşayan insanların öyküsünü, romanını yazmaya, resmini yapmaya başlamışlardır.
Biz burada o günlerin Adana’sını bir yana bırakalım ve Orhan Kemal’in anılarından Yaşar Kemal’in ilk yazarlık macerasına girelim.
“Bir sabah bizim evi kapısı deli deli yumruklandı. Merdivenleri hızla inip kapıyı açacaktım ki; ayağım kaydı. Dizin fena halde basamaklardan birine çarptı. Etim ezilymiş derim soyulmuştu. Bir de baktım bizim Yaşar...
Elinde kitap, defter, her zamankinden daha coşku içinde:
“Geldim ha Raşit...”
“İyi, hoşgeldin ama sabah sabah ya fettah ya...”
Yaşar elindeki defteri sallayıp,
“Müthiş... Müthiş...”
“Ya!”
“Köyde ne düşündüm biliyon mu?”
“Ne düşündün?”
“Ot gibi yaşayan insan çok bu dünyada dedim”
“Eeee!”
“Mesela; insan kendinin ot olmadığını ispat etmeli.”
“Yani!”
Gözlerini kıstı. Daha önce bütün bunları nasıl – niçin tasarladığı, deftere yazdığı şeyleri açtı:
“Bak! Bak ne yazdım?”
“Ne bunlar?”
“Ne mi? Hikaye!...”
“Hikaye mi!”
“Heyye gardaş!... Oturdum köyde hikaye yazdım.”
O gün Yaşar’ın elinde defteri önce ırmak kenarı, oradan Demirköprü, Baraj, Baraj’dan Kanalköprü’ye, Dilberler Sekisi’nden İstasyon’a... Oradan vurduk dağlar içine...
Yaşar yazdığını okuyor, okuduğunu anlatıyordu.
Adana’yı fır döndük. Nadir’in kahvesine geldiğimiz zaman defter bitmişti.
Defter bitmişti ama, bende hal kalmamıştı... Bütün bir gün sütçü beygiri gibi dolaş babam dolaş. Kahvenin hasır iskemlesinden birini altıma çekmiştim ki Yaşar:
“Nasıl, iyi mi? Beğendin mi?”
“Lan dur feleksiz! Biraz nefes alak be!...”
Nadir’le mutad gevezeliğimiz böylece sürüp gitmişti.
İLK TELİF ÜCRETİ
Kitap olarak ilk telif ücretini Varlık Yayınları’nın sahibi Yaşar Nabi’den almıştım.
“Baba Evi”nin yayınlanmasından sonra gönderilen 50 Liranın mutluluğunu hiç bir zaman unutamadım. O gün, Nadir’in kahvesinden cümle alem ‘Yallah’ deyip, Dalgacı’nın meyhanesine... Tezgahın gerisinden kısık gözlerimi açıp garsona seslendim:
“Bak oğlum buraya!”
“Oooo, Takım-ı milli takım!...” diye laf atarken, önde Selahattin Usta, onun arkasından Osman Zengiler, Dayı Remzi, Yaşar Kemal, Pepe Ümit (Ümit Yaşar Oğuzcan) çöktük orta masaya... Elimi kaldırıp Dalgacı’ya seslendim:
“Bana bak Hamamcı Güzeli. Bu akşam iyiyiz...”
Dalgacı hafifçe gülerek masaya yaklaştı:
“Lan Raşit! Oturuşun, edan bile Harun Reşit gibi feleksiz!”
“Beğenmedin mi?”
“Muharrir olum. Artık muharrir bu Raşit!...”
“Hem de Ser Muharrir öyle mi?”
Osman Zengiler büyük kelam eden bir alim gibi:
“Mamıt, o da dokuz aylık deeel mi ki lan?”
“Heyye!”
Bu arada Dayı Remzi elini omuzuma atarak;
“Bu akşam içecik be!..Allahına gadar içecik hemde! Raşit ağamın canı sağolsun...”
“Kim öldürmüş ağalığı da Raşit kapmış?”
“Peder-i muhtereminiz...”
Bu akşam takılmalar, gülüşmeler arasında Yaşar Nabi’den gelen “Baba Evi”nin parasıyla bir güzel kafaları bulduk.
Diyebilirim ki; Dalgacı Mahmut bizi kovmasaydı o akşam sabahı yapardık. Ayakta duramayacak kadar içmiştik. Mestan Hamamı’nı geçip Küpeli Han’ın önüne gelince durduk. İçimizden biri:
“Şöyle bir Adana turu yapalım mı?”
“Heyye!...”
“Kıyak olur!...”
“Açılırız...”
Yaşar Kemal yanımızdan geçen bir faytona,
“Halo dur!” dedi.
Doluştuk fiyakalı faytonun içine, vurduk İstasyon’dan Demirköprü’ye. Set üstünden Sinekli Park’a, derken Taşköprü... Kalekapısı... Ulus Parkı derken, Yağcami, Adana’yı fır döndük. Şiir, hikaye, roman, karı-kız, aşk üstüne ne varsa bir bir sayıp ortaya döktük...
Biz gene 1940’ların son yıllarına, Adana’ya ve Orhan Kemal’in çileli günlerine dönelim.
Mehmet Raşit artık okur-yazar takımı arasında Orhan Kemal adıyla tanınmaya başlamıştır. Yazdığı öyküler birbiri ardına yayınlanmaktadır. Ama kadim dostları onu Raşit olarak çağırmaktadırlar. Bu arada o günlerde bir hayli tanınan şair Mehmet Kemal Adana’da askerlik yapmaktadır.
Dergilerdeki adından tanıdığı Orhan Kemal’i bulur ve tanışırlar. Varlık Dergisi sahibi Yaşar Nadi de gelir Adana’ya. Orhan Kemal’den yazdıklarının tümünü dergiye göndermesini ister. Orhan Kemal’in yazdığı öyküler o yılların eleştirmenlerinin de dikkatini çekmeye başlar. Ve Orhan Kemal’in sanatı üzerine eleştiri yazıları da yer alır. Sanat – Edebiyat Dergilerinde.
Ve günlerden bir gün, postacı kapıyı çalar.
Şimdi de, Orhan Kemal’in o günkü anısına dönelim:
“O gün Yaşar Nabi’den ‘İstasyon’ adlı hikayemin telif hakkı olarak iki onluk gelmişti. Postacı havaleyi kapıdan uzatıp kaşla-göz arasında gitmişti.
Hemen masadan fırladım. Sıtma Savaş derneği’nin kepenklerini indirip attım kendimi sokağa. Köşeyi dönüp Çerçi Yusuf’un önünden geçtim ki bir yağmur!...
Bir yağmur ki; sel sele gidiyor. Melekgirmez’in başında durdum. Horozdibak tarafına baktım. Sanki gök yarılmış... Adana yağmuru bu!... Bir bakarsın testi kırılmışcasına sular yallah aşağıya... Bir bakarsın günlük güneşlik.
Neyse... Attım kendimi suların içine. Islanacak mışım, ayaklarıma su dolacak mış, hasta olacak mışım... Vızgeliyor!... Kızılay Caddesi’ni hızla geçip Postahane’nin önüne geldiğimde sırılsıklamdım. Artık lam-ı cim-i yok, kalemim paraydı... Demek evime, çocuklarıma onun-bunun yanında yazıcılık yapmadan da para kazanacak duruma gelmişim. Yani kısaca kendini yazar olmuş ‘muharrir’ kervanına katılmış sayıyordum.
Islak cebimden mendilimi çıkarıp önce yüzümü, sonra saçlarımı kurulayıp memurun uzattığı kayıtlara imzamı çakıp, gıcır gıcır iki onluğu cebe indirmenin rahatlığı içinde Nadir’in kahvesine çulu zor serdim.
Nadir:
“Bu ne lan! Oğlum suya düşmüş sıçana dönmüşsün... Gene kavga mı ettin?”
“Kovuldun mu? Ağalara fazla mı geldin?”
“Bu yağmurda ne işin var kitapsız? Bana bak haremağası. Bir gün yağmur deyip bir gün çamur deyip vakitli-vakitsiz işi asarsan bir bakarsın ki; Veremle Savaş mıdır, Sıtma Savaş mıdır her ne halse suratına kapıyı şırrak diye kapatırlar... O zaman da avrat tuz der, seninki de cızzz der. Evde çocuklar ekmek bekler yahu!...”
Elimi havaya kaldırdım Nadir’in sözünü kestim0
“Kafi!... Bir çay yap da içimiz ısınsın. Büyük büyük kelamları kendine sakla. Lazım olur be Nadir Efendi...”
“Efendi baban!”
“Elbette şüphen var mı?”
“Ulan deve! Kövtü mü söyledik. Ben iyiliğini istiyorum. Oğlum senin gibiler adam olmaz. Bak buraya yazıyorum. Sen adam olursan ben...”
“Sen de...”
“Çıkarım şu Horozdibak’a cümle alem üstümden...”
“Bu yaştan sonra sana kim bakar be!”
(DEVAMI YARIN)