Orhan Kemal’in yukarıda anlattığı anısını bir de Yaşar Kemal’den dinleyelim.
7 Nisan 1966’da Gen-ar Tiyatrosu’nda Orhan Kemal’in 30.Sanat Yılı kutlanmaktadır. Konuşmacılar arasında Yaşar Kemal de vardır.
Bu satırların yazarının da bulunduğu kutlama yıldönümünde Yaşar Kemal şöyle konuşur:
“Ben ona hikâyelerimi okumaya başladım. Dinledi. ‘İyi...İyi – güzel...’ dedi. Beni şöyle tepeden tırnağa süzdü. Gözleri yırtık ayakkabılarımın üzerinde bir süre durdu. Keskin bıçak gibi sert bir sesle, ‘Allah aşkına söyle arkadaş! Sen kimden yanasın?’ dedi.
Ve o gün Adana İstasyonu’na gittik. Adana İstasyonu bir yırtık –pırtık insan pazarıdır. Binlerce insan gece-gündüz toprak gibi o istasyonda kaynaşır durur. İstasyonun önü o zamanlar bomboştu. Her gün o düzlükte onbeş-yirmi köy kalabalığı hasta, sayrı, sıtmalı kaynaşır durur. Bir içimlik suya muhtaç insanlar. Orta Anadolu’dan dimdik gelmiş, Çukurova’da hastalanmış, sıtmadan zangır zangır titreyen insanlar...
Orhan Kemal:
“Bak arkadaş! Bunlardan yanamıyız yoksa Temir ağadan yana mı?”
Temir Ağa denilen adam Çukurova’nın en topraklı adamıydı. Yüzbinlerce dönüm tarlası vardı. Bu ağayı bana örnek gösterdi.
Neyse... Ben de artık hikâyeler yazmaya başlamıştım. Köyümden aldı ayda bir Adana’ya geliyor, hikâyelerimi Orhan Kemal’e okuyordum. Orhan Kemal’in deyimiyle “Bir eşek yükü hikâyeyle gelip, kafasını ütülüyordum. Orhan Kemal’e ne kadar çok hikâye getirirsem getireyim, bir tek cümlesini kaçırmadan dinliyor, sonra da hikâyeler üzerine tartışmalara giriyorduk...”
Yaşar Kemal yıllar sonra Orhan Kemal’in ölümünün ardından şöyle konuşacaktı:
“Orhan Kemal benim ustamdı. Türkiye büyük bir yazırını kaybetti...”
İLK YAZARLIK KAZANCI
Orhan Kemal uzun bir süre yazdıklarının altına ‘Orhan Raşit’ olarak imza atmaktadır. Ancak bir gün, o günlerde ‘Yürüyüş Dergisi’ni çıkaran ve yöneten Kemal Sürker’den bir mektup alır. Sürker, kendisinden dergisinde yayınlanmak üzere hikâyeler istemektedir. Orhan Kemal de bir hikâye postalar. ‘Telefon...’ adlı hikâye, Yürüyüş Dergisi’nde hemen yayınlanır. Ancak hikâyesinin altındaki imza Orhan Raşit değil Orhan Kemal’dir.
Bu durum Orhan Kemal’in tuhafına gider. Kemal Sürker’e bir mektup yazarak durumu sorar.
Kemal Sürker Sıkıyönetim ilan edildiğini, başına bir şey gelmesin diye Orhan Raşit imzasını değiştirdiğini belirtir.
Orhan Kemal ilk önceleri söz konusu imza değişikliğini yadırgar. Sonra da hoşuna gider. Hatta çevresine, “Yahu! Bu imza kıyak be... Hoşuma gitti” der.
“Bundan böyle Orhan Raşit yerine Orhan Kemal’i kullanacağım. Eşin dostun haberi olsun” diye ekler.
HOŞÇAKAL ÇUKUROVA, HOŞÇAKAL ADANA
Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalar ve gelir 1950 yılı. Genel seçim olur. Demokrat Parti iktidardadır.
Orhan Kemal Adana Sıtma Savaş Derneği’nin katibidir. Ne katibi?... Kapıcısı, odacısı, bir bakıma herşeyi... Bir de Bağ ve Bahçeler Derneği’nin işlerini de yapmaktadır. Öte yandan Etipbağ Odası’nın katipliğini de birlikte götürmektedir. Tüm çalıştığı yerlerde toplam eline geçen 160 ile 180 Liradır.
Zar zor geçinmektedir. “Mim”lidir. Attığı her adım, görüştüğü herkes takip edilmektedir. Habire yazmaktadır. İstanbul’dan çok uzakta olmasına karşın artık tanınan bir yazardır. Artık kaleminden de üç-beş kuruş gelmektedir. Ama Bereketli Topraklar’ın bu yiğit insanına devlet bir tokat daha atar. “Yeter! Söz milletindir...” diyerek iktidara gelen Demokrat Parti Orhan Kemal’i Sıtma Savaş’taki işinden çıkartır.
Söz konusu günlerde artık İstanbul’a göçme fikri yer etmeye başlar. Bu ünlü Adana çocuğu, bir zamanların meşhur santroforu, ele avuca sığmaz futbolcusu Türk Edebiyatının bu yeni kalemi Adana’da durmak istemez. İstanbul’a taşınma düşüncesini baba Kemali Bey’e açar. Onay alamaz. Baba Kemali Bey Orhan Kemal’in İstanbul’a gitmesini hiç istemez.
Ama bıçak kemiğe dayanmıştır bir kez. Hiç bir kimse, hiçbir kuruluş iş vermemektedir.
Bu arada baba Kemali Bey de vefat eder.
Günlerden bir gün İstanbul’a taşınma düşüncesini Yaşar Kemal’e açar. Gerisini Orhan Kemal’in anılarından aktaralım:
“Yaşar o günlerde Adana’ya sık sık gelir, en çok da bana uğrardı. Çoluğu çocuğu toplayıp İstanbul’a göçeceğimi öğrenince:
“Sahi mi lan!” demişti.
Düşünmüş. Sol elinin başparmağını uzun uzun kemirdikten sonra, aniden karar vermişti:
“Ben de gelirim!....”
O’nun İstanbul’da tanıdığı yakınları vardı, coşmuştu. Düşünecek hiçbir şey yoktu. Nasıl olsa birer iş tutardık. Koca İstanbul’du bunun burası... Gerekirse bir çekçek alır önde Yaşar, arkada ben Eminönü-Fatih bilmem nerelerde domates-biber-soğan satardık. Aklıma yatmıştı. Çünkü o zaman ben 37 yaşında, Yaşar benden 9 yaş küçük olduğuna göre 28 falan filan... Aramızda yaş farkı yoktu. Gene de yaşıt sayılırdık. Bunu bir türlü çözemedim gitti.
Bir gün duydum ki; Yaşar atlamış gitmiş.
Ben de arkasından...
Çoluğu çocuğu topladığım gibi bir 3.mevki tren kompartımanında tuttum İstanbul’un yolunu.
Ve cebimde 400 lira...
(BİTTİ)