Bizlerin, yani tek derdi bir takım ekonomik ezberlerin uygulanması olmayanların, merkez partilerin ekonomik politikalarını oluşturan teknokratlarla anlaşamadığı nokta da burası; 2007 yılı Türkiye'si çok mu matah bir yerdi?
Ya da soruyu şöyle soralım: Bugünün dünyası, yani Türkiye'nin kalkınabilmesi için ekonomisinin rekabet etmesi gereken dünya, 2007 yılının dünyasıyla aynı mı?
Kısa cevap: Değil. Günü geçmiş uygulamalara dönüş yapıp, bunların farklı siyasi partilerin ismi altında birbirlerinin klonlanmış hali olan teknokratlarca yeniden uygulanmasının yine bir işe yaramadığını fark edene kadar, yani, daha fazla kaybetmemek adına, küreselleşme ve finansallaşma kısır döngüsünden çıkmak isteyen ülkeler neler yapıyor ona bakmak lazım.
Bingo! Enflasyon ve ekonomik durgunlukla mücadele eden ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri, Merkez Bankası bağımsızlığını tartışıyorlar. Tabii bu tartışmalar bizdeki gibi faiz sebep enflasyon sonuç safsataları üzerine değil.
Amerikan ve Avrupa merkez bankalarının enflasyonu kontrol altına almak adına faiz arttırması ABD ve Euro bölgesi ülkelerini resesyonla karşı karşıya bırakıp, üzerine bu ülkelerin ekonomik ve stratejik politik hedeflerinin önüne geçtiği için, gelişmiş ülke liderlerinden homurtular yükseliyor.
Geçtiğimiz haftalarda Finlandiya başbakanı Sanna Marin'in Avrupa Merkez Bankası'nın para politikasını eleştiren bir akademisyenin tweetini beğenmesi ve tartışmaya müdahil olması, arkasından bir röportajında Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un yine Avrupa Merkez Bankası'nı eleştirmesi, enflasyonun gölgesinde aynı tartışmaların ABD ve FED özelinde de sürekli yaşanıyor olması dünya basınının gündeminden inmiyor.
Örneğin Amerikan Merkez Bankası Başkanı Powell'ın, görev süresi uzatılana kadar Başkan Biden'la ters düşmemek adına faiz artırımına gitmemesi de, bugünlerde enflasyonun dizginlenmesinde geç mi kalındığını tartışan Amerikan basınının gözde konularından.
Siyasi sorumluluğu olan seçilmişler haklı olarak homurdanırken, yerleşik görüşleri savunanlar, akademisyenler ve teknokratlar (en başta gelen örneği AB Merkez Bankası eski Başkanı Mario Draghi olmak üzere) ise merkez bankası bağımsızlığına dil uzatılamayacağı ezberini tekrar etmeye devam ediyorlar ancak artık ciddi manada azınlıkta kalmaya başladıklarını söylemek mümkün.
Tek bir örnek olarak yine Cuma günü Foreign Affairs dergisinde yayımlanan, Harvard Üniversitesi Ekonomi Profesörü ve IMF'in 2001-2003 arası Baş Ekonomisti olan Kenneth Rogoff imzalı makaleden tek bir cümle alıntılamam yetecektir:
"Bir resesyon sırasında hükümetin sosyal güvenlik ağı yetersizse, [faiz artırmak isteyen] merkez bankasının bunu da göz önüne alması gerekmez mi?"
Bu bağlamda IMF, bize de yapmayı pek sevdiği gibi, homurdanan gelişmiş ülke liderlerine de mali politikalarının, yani bütçelerinin ve kamu harcamalarının para politikalarıyla uyumsuzluk göstermemesi, Merkez Bankalarının güvenilirliğine gölge düşürmemesi ve bağımsızlığıyla çelişmemesi uyarısını yapıyor.
IMF ve ezberlerini bozamayan liberal ekonomistlere ise cevabı ise adeta bir 'adamın gol diyor' havasında Financial Times gazetesi veriyor:
"... merkez bankalarının güvenilirliği ancak bir bütün olarak makroekonomik rejimin güvenilirliği kadar iyidir. Bu, merkez bankası bağımsızlığının bir kenara atılması gerektiği anlamına gelmiyor, bunun ekonomi için gerçekten işe yarayıp yaramadığını açıkça sormak anlamına geliyor."
Tüm bu anlattıklarımın Türkiye'yle, muhalefetle ve muhalefetin politikalarını şekillendiren teknokratlarla ilgili olan kısmına ilişkin örneği de yine Fransa Cumhurbaşkanı Macron örneği üzerinden anlatmak isterim:
Macron bu konuda çok güzel bir örnek, zira eski bir yatırım bankacısı olarak kendisi sermaye çevrelerinin yıldız adayı, çok tanıdık olduğumuz ittifak siyasetinin bir örneği olarak merkez siyasetin kurtarıcısı, iş çevrelerinin sevgilisi olarak Fransa'ya Cumhurbaşkanı oldu.
Fransız ekonomisini (daha da) liberalleştirme, emeklilik reformu yapma (ki neoliberal jargonda bunun anlamını hepimiz biliyoruz) gibi vaatlerle seçilen Macron'un yapmaya çalıştığı reformlar, hala demokratik protesto kültürü olan Fransız halkını sokağa döküp üzerine pandemi, enflasyon, vergi zamları ve ekonomik durgunlukla birleşince, koltuk tatlı gelmiş olsa gerek, Macron ikinci kez seçime girmeden önce ciddi bir politika değişikliğine gitti.
İç siyasetteki problemlerin yanında daha güçlü, kendisine yeten, bağımsız ve egemen bir Avrupa Birliği'ni savunan Macron, ABD'nin Avrupa Birliği'ne karşı pek de dostça olmayan politikalarından da etkilenmiş olsa gerek, Fransa'da ve Avrupa'da enerji bağımsızlığı, endüstriyelleşme, sanayi üretimini Avrupa ve Fransa'ya geri getirme, sürdürülebilir kalkınma, askeri bağımsızlık ve ulusal egemenlik gibi konulara odaklanmaya başladı.
İşte Macron'un neoliberal iktisat teorisi, ekonomistler ve Merkez Bankalarıyla çatışmaya başladığı nokta da, bu sürdürülebilir ve yerel kalkınma planını uygulamasının önünde engel olarak Avrupa Merkez Bankası'nı bulması oldu. Zira tüm bunlar, kamu harcaması gerektiren konular.