Beyin, insanoğlunun varoluşunun bu zamana kadar sırları çözülmeye çalışılan bir organdır. Antik zamanlarda bazı hastalıkların kaynağının beyinden kaynaklandığı düşünmüş ve kafatası delinerek beyine müdahale ederek bir takım hastalıkların tedavisini denemişlerdir. Bu çağlarda akıl hastalıkları doğaüstü güçlerle açıklanırken, Hipokrat’ın katkılarıyla birlikte hastalıkların doğal sebeplerle geliştiği düşünülmeye başlamıştır. Bu dönem çok uzun sürmeyip ortaçağda yeniden akıl hastalığının şeytanın büyüsü olduğu düşünülüp akıl hastaları yakılarak katledilmiştir. 19. yüzyıla kadar akıl hastaları yakılmış, toplumdan uzaklaştırılmış kapalı alanlarda kapatılmıştır. 19. yüzyıldan sonra ise dinamik psikiyatrik gelişmelerle birlikte ruhsal hastalıklara biyolojik yaklaşımlarla psikiyatride çağ atlanılmıştır.
Günümüzde artık ruhsal hastalıkların beynin belli bölgelerindeki nörokimyasal değişikliklerin duygusal değişikliklere ve bazı psikiyatrik hastalıklara yol açtığı keşfedilmiştir. Mesela depresyon olarak bilinen rahatsızlıkta beyinde serotonin adı verilen hormon miktarının azaldığı, aşkta ise oksitosin denilen hormonun arttığı gösterilmiştir. Yani intihara kadar götürebilen depresyon veya uğrunda dağların delindiği aşk aslında beynimizdeki hormonların dengesinin değişmesiyle meydana gelmektedir. Yani aşık olurken bir hormon, aşk sonlandığında yerini başka bir hormona bırakmaktadır.
Peki ya psikiyatri doktorları bu işin neresindedir? Psikiyatri doktorları güncel gelişmeleri düzenli olarak takip edip hastalarının ihtiyaçlarına göre tedavilerini planlar. Beynin içinde uçuşan bu hormonların dengesini sağlamak için onlarca tedavi yönteminin arasından en uygununu seçip hastasına uygular. Depresyondan en hızlı şekilde kurtulmanızı, endişeyi hızlı bir şekilde atlatmanızı sağlar. Hayat endişeli veya üzüntülü bir şekilde de geçer ama herkes kaliteli bir yaşantıyı hak eder. Psikiyatristler işte tam bu noktada kendilerine başvuranların hayatlarının kalitesini artırmayı amaçlar.