Bu aralar Türkiye siyasetinde nur topu gibi yeni bir dinamiğimiz var. AKP'nin eski bir seçim şarkısına nazire yaparcasına, muhalefetin hükümeti sıkıştırmak adına verdiği vaatler, hükümet tarafından haftası dolmadan 'ödünç alınarak' icraata dökülüyor.
Bunun son örneğini, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun vatandaşlara, varlık yönetim şirketlerine satılan borçlarını ödememeleri yönünde çağrı yapmasının ardından hükümetten gelen açıklamada gördük. İcra borçlarının 2000 Liralık bölümünü devlet üstlenecek, fakir fukara bayram edecekmiş.
Bu dinamik günümüzün iktidarı ve muhalefetine özgü de değil. Türkiye'de siyaset uzun yıllardır, akılsızca bir poker oyununu andırırcasına, bir partinin vaadini diğer partinin görüp arttırmasından ibaret.
"Onlar sizi 50 yaşında emekli ediyorsa biz 40 yaşında emekli ederiz!"
"Onlar 2000 TL borç siliyorsa biz 3000 TL sileriz!"
"Çiftçiye mazot 5TL!"
"Hayır 3TL!"
...
Tüm dünyada ekonomi bilimi ve akademik çevreleri, her ne kadar son yarım yüzyılda daha çok üyelerinin içeride horoz dövüştürüp iskambil oynadığı bir 'Vahşi Kapitalist Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği'ni andırsa da, üzerinde titizlikle çalışılarak elde edilen bazı bilimsel kazanımları kılavuz edinmenin sayısız faydası var.
Bunlardan birisi, 1800'lü yıllardan beri bilinen, araştırılan ve tartışılan "dibe doğru yarış" (racetothebottom) mefhumu. Rekabet sebebiyle standartların sürekli daha da aşağı çekilmesi şeklinde kısaca açıklanabilir.
Klasik bir örneği, ekonomik rekabet içerisinde olan şirketlerin, müşteri kazanmak adına sürekli birbirlerine karşı fiyatlarında indirim yaparak en sonunda kâr edemeyecekleri seviyelere gelmeleridir.
Diğer bir klasik örneği, yatırımcı çekmek isteyen ülkelerin birbirleriyle yarışarak yatırımcılara gittikçe daha fazla taviz vermeleridir. Kurumlar vergisini biri %18'e indirince diğeri %15'e, öteki buna karşılık %10'a indirir; öteki iş kanunlarını gevşetir, beriki faiz arttırır, bu yarış dibe doğru sürüp gider.
İşin sonunda ise bu rekabetin içindeki herkes kaybeder. Örneğin yatırımcı çekmek isteyen ülkelerin vergi oranlarını düşürmeleri sebebiyle dünyada ülkeler her yıl 500 milyar dolara yakın vergi kaybına uğruyor.
Tabii verdiğim örnekteki gibi, bu durumun yarattığı negatif etkiler uzun yıllardır bilindiği ve üzerinde çalışıldığı için, dibe doğru olan bu yarışın önüne geçmek için dünyanın dört bir tarafında devletler ve şirketler sürekli olarak yeni önlemler almaya çalışıyor. OECD ülkelerinin geçen yıl anlaşarak kabul ettiği, kurumlar vergisi için küresel olarak bir alt sınır belirlenmesi, yatırımcı çekmek için bu sınırın altına inmenin yasaklanması yönündeki düzenlemeyi bunun son örneklerinden birisi olarak verebiliriz.
Türkiye'de ise siyaset, henüz dibe doğru olan bu yarışa bir çözüm bulabilmiş değil. Kimsenin böyle bir derdi varmış gibi de görünmüyor, zira popülizm eskiden olduğu gibi bugün de iş görüyor.
Bunun örneklerini, partiden bağımsız olarak, ulusal çapta görebildiğimiz gibi yerel yönetimlerde de görebiliyoruz.
Belediye başkanının birisi belediyede 2000 kişilik kadro açar, diğeri 3000 kişilik kadro vaadeder, öteki gıda yardımı yapar, diğer faturaları da ödemeyi vaadeder, bir bakmışsınız herhangi bir ilçenin yarısı belediyede çalışıyor, diğer yarısı da belediyeden yardım alıyor.
'Rakip' partili olup kendi ilçesinden yardım bulamayanlar kendi partisinin kontrolündeki vilayete, o da olmadı öteki ilçenin belediyesine gidip oradan yardım alıyor.
%40'a yakını sosyal yardımlarla yaşayan bir ülke bu noktaya nasıl mı geldi? İşte böyle geldi.
Sayın Kılıçdaroğlu'nun vatandaşa icra borçlarını ödememelerini salık verdiği videosuna dönecek olursak...
Sayın Kılıçdaroğlu bu videosunda vatandaşın bankalarca faiz yoluyla nasıl soyulduğunu anlatarak bu düzene su taşıyanlarla hesaplaşacağını söylüyor, borçlarınızı ödemeyin diyor. Söyledikleri iyi hoş, umarım bir gün birilerinin vatandaşı soyanlarla hesaplaştığını görürüz pek tabii ki...
Yalnız kendisinin vaatleri de "Biz bu borcu vatandaşa yüklemeyeceğiz." noktasından öteye gitmiyor. Bunu gören hükümet durur mu, "E o zaman biz de yüklemeyeceğiz." diyerek şak diye borcun bir kısmını siliveriyor.
Devletin tüm imkanlarını elinde tutan, para basma kabiliyeti olan bir iktidarla bu tür bir vaat yarışına girmenin pratikteki anlamsızlığı bir yana, esas problem, açık arttırmada fiyat arttırır gibi vaat vermek dışında bir siyasi irade oluşturulamaması.
Sayın Kılıçdaroğlu'nun videosunda verdiği, faiz yoluyla önce bankanın, sonra da varlık yönetim şirketinin borç tuzağına düşen vatandaş örneğine çözümü, borcu sizden değil öbür taraftan tahsil edeceğiz noktasından ileri gidemiyor.
Bir Cumhuriyet Halk Partili ve CHP'nin eski bir Milletvekili olarak, partili ya da partisiz dostlarım, sürekli olarak CHP'ye yüklendiğim ve eleştirdiğim için zaman zaman bana sitem ediyorlar. Kabul etmek gerekiyor ki bu yazıda da farklı bir durum yok.
Ancak temizliğe herkesin kendi kapısının önünü süpürerek başlaması gerekiyor. Bu hükümetten bundan fazlasını beklemek anlamsız ama, Türkiye'yi düze çıkarması umulan muhalefetin seviyesi bu mudur?
Esas sorulması gereken soruyu sormalıyız: Bu borç neden var?
Sayın Kılıçdaroğlu, ve dolaylı yoldan Cumhuriyet Halk Partisi, "Vatandaş kredi alamıyor, bankalar merkez bankasından ucuz kredi alıp vatandaşa pahalıya satıyor." diyerek hükümeti ve bankaları vatandaşa şikayet ediyor, "Biz bu borcu sileceğiz." diyor.
Ancak atıp tutmanın serbest olduğu siyasi vaat yarışında dahi vatandaşın NEDEN kredi almak ZORUNDA olduğuna dair tek kelime edilmiyor. Kredi almak zorunda kalmadan geçinebilen bir vatandaş profili tahayyül dahi edilemiyor.
Kılıçdaroğlu'nun ödemeyin dediği, hükümetin ise 2000TL'lik bölümünü silerek vatandaşa 'kıyak geçtiği' icralık elektrik borçları sahi neden oluştu?
Elektrik üretim ve dağıtımını özelleştirip vatandaşın ısınma ve aydınlanmasını özel sektörün insafına bırakanlar yüzünden oluştu. Borcunu ödeyemeyip kredi çekmek zorunda kalan 'müşteri'lere bir de faiz yükü bindirenler yüzünden oluştu.
Aynı örneği çiftçiler için de, hayvancılıkla uğraşanlar için de, kiracılar için de, esnaf ve daha nicesi için de verebiliriz.
Bu gerçeği kabul etmek demek, temel ve stratejik sektörlerde devletin piyasada aktif bir aktör olarak yer almasının gerekliliğini kabul etmek demektir.
"Beşli çeteyle hesaplaşacağım" demek kolay da, bu değirmene su taşıyanlardan birisi olan Sabancı'nın ENERJISA'sını da, Koç'un TÜPRAŞ'ını da kamulaştıracağım demek zor olandır.
Bunu kamulaştırma yoluyla mı yapmalı, yoksa devlet sıkı bir düzenleyici olarak piyasaya ve özel sektöre yön mü vermeli, bunlar tali sorulardır. Konuşulur, tartışılır, uygulanır. Ancak bu noktaya gelebilmek için önce gerçekleri kabul etmek gerekiyor.
Bugün iktidar 2000TL silsin, yarın muhalefet gelip iki katını silsin, 90'ların partileri ve liderleri tekrar zuhur edip emekliye memura üçer beşer maaş ikramiye versin, akla gelebilecek her tür vergi affı çıkarılsın, faizler silinsin, kim ne yaparsa yapsın, bu düzende bu borçlar yeniden birikecek, yeniden icralık olacaktır.
"Borcu ben de sileceğim." demek kolay, "Bu borç niye var?" diye sormak ve gerekli adımları atmak zor olandır.
Yapılması gereken, dibe doğru olan bu yarıştan sıyrılıp, ezber bozarak sorunların kökenine inecek, zor soruları sorup zor cevapları vermeye cesareti ve kabiliyeti olan bir siyasi irade ortaya koymaktır.