Son Cumhurbaşkanlığı seçimleri, kaybedenler için büyük hayal kırıklığı ve neredeyse nihilizme varan bir umursamazlık olarak dışarıya yansıyor. Bu öğrenilmiş çaresizlik hali onların, en azından yakın bir gelecek içinde siyasetten pek bir umudu kalmadığını gösteriyor. Böyle hissetmekte haklılar çünkü Türkiye'de hakim siyasetin topluma söyleyebileceği yeni hiçbir şey kalmamış gibi görünüyor.
İktidar cephesi, seçime ne kadar zaman kaldığına göre seçim kazanma moduna girerek kırıp döküyor, ardından bir sonraki seçim dönemine hazırlık olmak üzere kırıp döktüğünü derleyip toparlayarak bunun faturasını vatandaşa kesiyor, sonra aynı filmi başa sararak devam ediyor. Eski siyasetin iktidar katında oturmuş kudretli isimleri, Akşener, Davutoğlu, Babacan, Erbakan, Karamollaoğlu'lu yeni muhalefet cephesi ise o parlak günlerin hayaliyle pösteki sayıyorlar...
Değişimin en görünür yüzü olan İmamoğlu'nun sızan ya da sızdırılan toplantısındaki katılımcıları görünce, ünlü pamuk prenses kitabında elma şekeri ile kandırılan küçük kızın yaşadığı şaşkınlık ve korkunun gözlerimin önüne geldiğini kaydetmeden geçemiyorum, ancak isimler üzerinden devam eden parti içi mücadelenin dedikodularına bulaşmadan, hep altını çizdiğim gibi, asıl önemli olanı, yani parti politikasını tartışmanın daha yapıcı olduğunu düşünüyorum... Bu bakımdan geçtiğimiz haftalarda Kılıçdaroğlu'nun CHP yönetimine Alman Sosyal Demokrat Partisinin çalışmalarını incelettiği ve Batı tipi “sosyal demokrat” çizgiyi yeni dönemde kitlelerle buluşturmak istediğine dair çıkan haberler, üzerinde konuşulması gereken yeni (aslında eski) hataların işaretini veriyor. Genel olarak sosyal demokrasinin, özellikle de Avrupalı sosyal demokrat ve merkez sol partilerin yaşadığı çöküş üzerine çok yazılıp çizildi. Emeğin nesneleştirerek değersizleştirilmesi ve böylelikle de işçilerin üretim ile ilişkisinin yok sayılması sürecinde sosyal demokrasinin temsil etme iddiasında olduğu sınıfa ihanetine bir kez daha değinmemek mümkün değil...
Sınıf temelli siyasetten uzaklaşıp kimlik ve kültür odaklı bir siyaset yapan; sağ-sol diye bir şey kalmadığını, işçi sınıfının ise artık bir etkisinin olmadığını düşünerek argümanlarını hak ve özgürlükler noktasına çeken, liberal sol gibi ne idüğü belirsiz bir çizgiye sapan, ekonomik politika olarak ise neoliberalizm tarafından çizilen sınırları kabul eden Avrupa sosyal demokrat partilerinin giderek nasıl eriyerek küçüldüğü, tabanlarıyla aralarındaki bağı nasıl kaybettikleri, aşırı sağın güçlenmesine nasıl neden olduklarını bilmek için siyaset bilimci olmaya da gerek yok, fiyakalı danışmanlardan fikir almaya da gerek yok, alelade gazete haberlerine bakmak kafi... Keza iki hafta önceki "Refahı zenginlere, krizi yoksullara..." başlıklı yazımda Alman Sosyal Demokrat Partisinin politikalarının nasıl kendilerini çöküşe götürdüğünü ve Almanya'da aşırı sağ parti AFD'nin anketlerde en güçlü ikinci parti olarak ölçülmesinin neden sürpriz olmadığını da taze taze örneklerle açıklamaya çalıştım.
Geçen haftaki 'Korkuyu Yenmek' başlıklı yazımda ifade ettiğim politik hattın ve bunun örgütlenmesinin, hem CHP hem de ülkemiz açısından umudun yeniden yeşertilmesinin anahtarı olarak kabul ettiğimi ve aslen bu yöndeki çabaları arttırmak gerektiğini bir kez daha kayıtlara geçirmek istemekle birlikte, illa ki Avrupalı sosyal demokrat bir parti incelenecekse, açık bir başarısızlık örneği SDP yerine, kendilerine İskandinavya sosyal demokrasisine, özellikle de Danimarka'ya bir göz atmalarını öneririm. Sosyal demokrasinin ve merkez solun yukarıda değindiğim hatalarından kısmen de olsa ders çıkartan Danimarka Sosyal Demokrat Partisi'nin başını çektiği bir öze dönüş hareketiyle İsveç, Norveç ve Finlandiya'da Sosyal Demokrat Partiler liberal sol mantıksızlığını terk ederek asıl tabanları olan işçi ve emekçi sınıflarının ihtiyaçlarına tekrar kulak vermeye başladı. 2015'te Danimarka Sosyal Demokrat Partisinin başına geçen bir işçi çocuğu ve eski sendikacı olan Mette Frederiksen, neoliberal politikaları terk ederek partisinin küstürdüğü işçi sınıfına, yani özüne dönüş yaparak 2019'da sosyal demokratları iktidara döndürdü ve Başbakan oldu. Danimarka örneğini takip eden diğer İskandinav ülkeleri de benzer politika değişikliklerine yönelmeye başladı ve aşırı sağın yükselişini durdurmayı başardı. Duruma henüz uyanamayan diğer Avrupa ülkelerinin sosyal demokrat ve merkez sol partileri ise bir yandan yükselen aşırı sağ ve ırkçılığa, bir yandan da kendi partilerinin eriyen oy oranlarına kafalarını kaşıyarak dertlenmeye devam ediyorlar.
İşçi sınıfına sırtını döndüğünden beri oyları eriyen, neoliberal ekonomik politikaları, liberal göç politikalarını ve tabanlarının çıkarına olmayan diğer saçmalıkları bir kenara bıraktıktan sonra ise seçim kazanmayı başaran Danimarka Sosyal Demokrat Partisi'nin hikayesi, Türkiye için de önemli dersler barındırıyor. Kılıçdaroğlu'nun seçim yenilgisine gerekçe olarak gösterdiği, CHP'nin küçük yerleşim yerlerine yeterince gidememiş olmasını da bu şekilde okumak gerekiyor. (DEVAMI YARIN)