Zaten bir süredir emareleri görülmeye başlayan yeni anayasa tartışmaları, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay'ın TİP Milletvekili Can Atalay ile ilgili karar konusundaki atışmalarının üzerine iyice gündemin ortasına yerleşti. Var olanlar yeterli gelmemiş olsa gerek, ülke bir de Anayasa Mahkemesi yanlıları ile Yargıtay yanlıları olarak ikiye bölündü.
Tartışma, tamamı iktidar tarafından atanan Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay üyeleri ile yine iktidarca belirlenen üyelerden oluşan Hakimler ve Savcılar Üst Kurulu'nca şekillendirilen ilk derece mahkemelerinin, birbirlerinin kararlarını tanımamaları üzerinden yürüyor.
Bir taraf bunun bir planlanmış kriz olduğu konusunda emin. Krizin asıl sebebini de Erdoğan'ın yeni bir anayasa istemesine bağlıyorlar. Bu görüşe göre kriz, mevcut siyasi iklimin yeni bir Anayasaya gidecek bir irade barındırmaması sebebiyle, bu iradeyi yaratmak adına Erdoğan'ca bilinçli olarak tertip edilmiş olmalı...
Her ne kadar Erdoğan'ın yeni Anayasa talebinin gerekçesi, mevcut anayasanın bir darbe anayasası olması ve artık sivil bir anayasaya ihtiyaç duyulması şeklinde olsa da, yukarıda değindiğim görüşe sahip olanlar yeni anayasa talebinin aslında 21 yıllık AKP rejiminin kendisini meşrulaştırma ve yargı, yasama ve yürütmenin tek elde toplanması hedefine yönelik olduğunu da dile getiriyor.
Öteki taraf ise yüksek yargıda (Anayasa, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay) alt-üst ilişkisi ol(a)mayacağını söyleyerek yeni bir Anayasa yazımı ile yetki kargaşasının ortadan kaldırılması gerektiği iddiasında...
Bu tartışmada bir de, uçlardan hareket ederek farklı saiklerle merkezi etkileme çabası güdenler, yani öküzün altında buzağı arayanlar olduğunu belirtmeden geçmek olmaz. Bunların bir bölümü, bu krizin Erdoğan'a karşı yargı içinde örgütlenmiş belli yapıların (paralel yargı) bir operasyonu olduğunu düşünüyor. Bunlara göre Erdoğan (Bahçeli ve onun temsil ettiği devlet ve devlet dışı bileşenlerce) iyice yalnızlaştırılarak halktan koparılmak isteniyor. Onlar bunu da, devleti çalışamaz hale getirerek zaafa uğratıp müdahalelere açık hale getirilme girişimi olarak görüyorlar. Tevatür çok...
Bahsettiğim bu argümanların çoğunun en azından kendi içinde bir tutarlılığı olmakla beraber, bu kadar tartışmanın bir sonuç yaratabilmesi için sorulması gereken asıl sorulara esaslı bir yanıt oluşturmuyor. Bu kadar tevatürün ortasında kuyuya bir taş daha atmanın anlamı yok. Onun yerine farklı birkaç noktaya dikkat çekmek gerektiği kanaatindeyim. Okuyup ya da dinlediğimiz basit bir kaza haberinde bile, ne, nerede, ne zaman, neden, nasıl ve kim sorularıyla kök nedene ulaşmaya çalışmak esasken, ülkemizde, siyasette, bu kadar popüler Anayasa değişikliği konusu başta olmak üzere hiçbir temel meselede bu çabanın gösteril(e)memesi, bu tür tartışmaları, zaman zaman ızdırap verici bir anlamsızlığa ve verimsizliğe sürüklüyor.
Sorunun kök nedenine doğru ilerleyecek olursak:
Erdoğan yeni bir anayasa istiyor, tamam. Erdoğan 21 yıllık rejimini kalıcılaştırmak istiyor, tamam. Erdoğan konuşmayan, yazamayan bir medya, yürüyemeyen, eylem yapamayan, hakkını grevlerle arayamayan bir toplum istiyor, tamam. Peki, iktidara gelirken demokrat, özgürlükçü ve vesayetleri ortadan kaldıran biri olarak alkışlanan Erdoğan şimdi ne oldu, nasıl oldu, neden oldu da otokrat, baskıcı, nobran, islamcı bir faşist olarak damgalanmaya başlandı? Bu sorular yanıtlanmadan bugün olanları anlamak mümkün değildir...
Neden sorusunun peşini bırakmayacaksak eger, esas olarak, Erdoğan'ın ülkeyi artık neden 'normal' yöntem ve yasalarla yönet(e)mediği sorusunun yanıtlanması gerekiyor. Evet, Erdoğan artık ülkeyi yönetemiyor ve yeni bir Anayasa peşinde. Ama neden yönetemiyor? Neden giderek sertleşmek, giderek içe kapanmak zorunda kalıyor?
Aslında Erdoğan aynı Erdoğan... Sadece en iyi yaptığı şeylerin başında gelen şeyi yapıyor ve değişen konjoktüre, şartlara uyum gösteriyor. İktidara geldiğinde, 2001 krizi sonrası uygulanan ekonomik politika gereği kitleler sıcak parayla borçalandırılırken özgürlükçü, insan hakları savunucusu bir liberaldi. Şimdi kaynak kuruyunca iktidarı kaybetmemek, koltuğu devretmemek için elindeki tek seçenek olan baskıcı yöntemleri kullanmak zorunda kalan basit bir siyasi figür... Kendisinden önceki liderlerden tek farkı, aynı ekonomik politikayı uygulayıp kriz kaçınılmaz olarak kapıyı çalınca kellesi alınanların yanına yazılması gereken adını, bugüne kadar türlü çabalarla oraya yazdırmamayı başarması. (DEVAMI YARIN)
Yani daha önce de birçok yazımda ifade ettiğim gibi, Erdoğan seçmenlere acı çektirmekten zevk alan, insanları ezip yoksullaştırmaya çalışan, sesini her çıkarana da cezaevi yolunu gösteren, şimdi de bunu mevcut haliyle bile devam ettirecek hali kalmadığı için yeni bir Anayasa ile taçlandırmak isteyen bir sapkın, bir canavar değil. Erdoğan yalnızca, uygulanan ekonomik politika gereği kaçınılmaz olarak yaşanan krizler sonucu kellesini vermemeye çalışan ve bunu da şimdiye kadar başarabilen kurnaz bir siyasetçi.
Erdoğan'ı içeride özgürlük alanlarını daraltarak baskıyı arttırmaktan zevk alan ve türlü sıfatları hak eden bir suç makinasıymış gibi resmeden siyasetçileri ve yorumcuları bir kalemde geçin ve ciddiye almayın derim... Bu yaklaşım, yoksulluğun ve sömürünün esas nedeni olan sistemi korumak için onu da bir taşeron gibi kullanan düzenin ve o düzenin aparatlarının her daim kullandığı bir can simidi, fazlası değil.
Ülkemizde yakın tarihteki her Anayasa tartışması, içinde bulunulan yönetememe krizleri ile birlikte başladı, yeni gelenlerin yeni Anayasayı yazmasıyla geçici olarak rafa kalktı... Bugün de Erdoğan koltuğunda kalmak için yeni bir Anayasa yapmak istiyor, onu koltuğundan indirmek isteyenler ise direniyor, bu kadar.
İşin ilginç olan kısmı, siyasetin tepesindekilerin, ülkenin nasıl yönetileceğine karar vermek için yürüttükleri bu tartışmada sanki halk yokmuş gibi davranmaları... Bir anayasa, bu topraklarda yaşayan halkın kendi arasında ve kurdukları devlet aygıtıyla yaptıkları toplumsal sözleşmenin temel metni tartışılıyor, ancak halkın ne düşündüğüne ya da nasıl yaşamak istediğine ilişkin hiçbir argüman sunan, bunu dikkate alan, bahis konusu eden yok. Zaten halkın bir argüman sunacak mecali de yok, sunmaya niyeti de yok. Altyapıyı kurmadan üst yapıyı tartışmaya çalışan 'siyasetçi'lerimizin aksine halk duruma hakim: halkın tek gündemi yoksulluk, geçim derdi.
Siyasete düşen görev, toplumun gerçek gündemini yansıtmak, tek işi olan vatandaşın temsiliyetini sağlamaktır. Eğer bunu başarmaz, başaramaz ise zaten sınırlı düzeyde kalan meşruiyetinin de tartışma konusu olacağını, suyun bir şekilde akıp yolunu bulduğu gibi vatandaşın da asıl derdini tepedekilere bir şekilde hatırlatacağını ve temsiliyetini geri kazanacağını düşünüyorum.