Yılan öyküleri çoktur. Her yörenin kendine özgü gelişen bu öyküleri belleklerde uzun yıllar kalır; silinmez bile… Adana yöresinde Kozan-Kadirli öykülerinin ardı kesilmez.
Anlatılır ya; Kozanlı ile Kadirliliyi aynı çuvala koymuşlar, Kadirlili ‘Kozanlı beni sokuyor’ diye bağırmış… Bu işin esprisi… Bir yılan öyküsü var ki, ilk duyduğumda neler düşünmedim, neler?
Bugün günümüzdeki yaşananlara geldim dayandım! ‘Bu halk kucaklaşmalı’ diye ‘kuru-sıkı’ atış yapanlara dek… Okuyalım:
* * *
Köylü adam, her zamanki gibi evinden çıkıp, ormana doğru yol almaya başlamış. Yüksek çam ağaçlarının arasında yürümüş. Ormanın ‘mis’ havasını solumuş.
Çimenlerin de bulunduğu bir çam ağacı gölgesine oturmuş, yorulduğunda. Sonra da matarasını çıkarıp suyundan yudumlarken…
Tam da… Bir hışırtıyla kendine gelmiş, ürkmüş, korkmuş; bir de bakmış yılan! Büyüklerimiz beynimizi kazıyarak ‘yılanın yüzü soğuktur’ derler ya…
Yılanın yüzü soğuk gelmiş; ancak yılanın tüm sevimliliği üzerinde, yılan edilgen… ‘Benimle dost olur musun’ demiş adama. Adam dilini yutmak üzereymiş ki; biraz güç bulmuş bu istekten. ‘Benim senin gibi bir dostum olsun istiyorum.
Konuşalım-dertleşelim istiyorum’ sözleri biraz daha sakinleştirmiş adamı, bu arada da yılan biraz daha yaklaşmış adama… Başlamışlar söyleşiye; dağlardan, kuşlardan, insanlardan…
Adam daha sık ormana gelmeye başlamış, daha sık söyleşmişler… Yine bir gün, söyleşmişler uzun uzun, tam adamın ayrılacağı sırada ‘biraz bekle sana dostluğumuzun kanıtı bir şey vermek istiyorum’ demiş yılan. Yuvasına girmiş, birkaç dakka sonra ‘bir altınla’ dönmüş.
‘Bu senin dostum. Bunun benim için bir önemi yok. Ama senin yaşamını kolaylaştıracağına inanıyorum. Dostluğuna güvendiğim için de bundan sen yararlan istiyorum’ demiş. Adam sevinçle köyüne dönmüş, altın karşılığında çeşitli gereksinmelerini almış.
Haftalar, aylar gitmiş dostu yılanın yanına. Her varışında da ‘bir altın’ almış…
Sonra bir gün rahatsızlanmış, yatağa düşmüş… Çalışamıyor da… Oğluna, yılan dostunun olduğu yeri anlatmış, durumun söylemesini istemiş…
Oğlu ormana yönelmiş, söylenen yere geldiğinde durup seslenmiş, yılana ‘babam rahatsız, selamı var’ demiş. Yılan yuvasından çıkardığı ‘bir altını’ çocuğa verip ‘geçmiş olsun, selamımı söyle’ diyerek uğurlamış. Birkaç gün sonra baba oğlunu yeniden göndermiş, yeniden ‘bir altın’ vermiş…
Yolda eve dönerken düşünmeye başlamış oğul. Demiş ki; o yuvada ne çok altın vardır.
Bir sonraki gidişte o yılanı öldürsem, tüm altınları ele geçiririm…
Aradan iki gün geçmiş, yeniden yılanın yanına gelmiş, yılan yuvasına tam girmeye başlamış ki, oğlu, yılanın kuyruğunu ezmeye başlamış.
Can acısından kıvranan yılan, olanca gücüyle geriye dönüp çocuğu oracıkta sokmuş, çocuk ölmüş… Haber çok çabuk duyulmuş.
Baba hem çocuğunun ölümüne, hem de yılan dostunu yitirdiğine üzülmüş… Aradan aylar geçmiş. Adam ekonomik sıkıntı yaşamaya başlamış. Yeniden yılanın yolunu tutmuş Yuvasının önüne gelince durmuş. ‘Yılan dostum.
Gel her şeyi unutalım. Yine dost olalım’ demiş. Yuvasından başını çıkaran yılan şu sözleri söylemekle yetinmiş: ‘Bende bu kuyruk acısı, sende de oğul acısı oldukça eskisi gibi olmak olanaksız’ deyip yuvasının derinliklerine çekilmiş.
* * *
Kim nasıl değerlendirir bilmiyorum ama her şeyin dünden farklı olduğuna inanıyorum. Bardağı taşıracak damlanın, insanı başkaldırtacak bir eylemin; ‘kuyruk acısının’ dile geleceği zaman diliminin varlığına… Yaşanan bir iki olayı anımsatayım…
Hani cam filmi konusu vardı.
Önce yasaklandı, dendi. Araçlarında cam filmi olanlar, cam filmi pazarında olanlar seslerini yükseltince, hükümet ‘kısmi’ iyileştirme yoluna gitti.
Sonra da bazı yerlerden ‘hükümet’ sevicilerinin ‘yerinde’ alkışları yükseldi! Bir diğeri araç vergilerine yapılmak istenen yüzde kırka varan zam.
Araş sahiplerinin, ekonomistlerin ‘sıkıntı’ gösteren tabloları sonunda yüzde yirmi-yirmibeşlere çekilmesi.
Sonra da bazı yerlerden ‘hükümet’ sevicilerinin ‘yerinde’ alkışları…
Ard arda yaşanan akaryakıt zammını yazmayacağım…
Yurttaşın yaşadığı ‘acı’ unutulmasın!