Dün her Türk yurttaşı gibi snadık başına gittik ve yurttaşlık ödevini yerine getirdik..
Sabah erken saatlerde oyumu kullandıktan sonra, okul binasında sandıkları şöyle bir gezerek gözlem yaptım..
Okıul bahçesinde bir süre oy kullanmaya gelen yurttaşları izledim. Zaman zaman da ister istemez kulak misafiri oldum..
Adanalıların seçimlere ilgisi iyiydi..
Öğle üzeri bu satırları yazarken yüksek katılımlı bir seçimi geride bırakacığımız izlenimini edinmiştim..
Malum, üç tane uzun seçim pusulası var..
Oy kullanacak partiyi bulup mühürü basmak, katlamak, üç pusulayla hayli zaman alıyordu..
Buna karşın, sandığa oy vermeye giden seçmenlerin kararlı, kime oy vereceklerine karar vermiş biçimde sandığa gittiklerini gözlemledim..
Sadece iki ya da üç kişinin eşi ya da annelerine sıkı sıkıya kime oy vereceklerini tembihlediklerini gördüm..
Bu yazı yazıldığında ve baskıya hazırlandığında, kimlerin kazandığı, kimlerin önde gittiği bilinmiyordu..
Seçem iradesine saygılı bir toplumuz..
Kazananları kutluyor, kaybedenlere geçmiş olsun diyorum..
Seçimlerin şimdiden kentimize ve ülkemize hayırlı olmasını, kazanan siyasilere de halka hizmetle dolu başarılı bir dönem diliyorum..
Batının Türk tarihi üzerine yalanları
Tarihimizi batılı tarihçilerin verdikleri yanıltıcı bilgilerden öğreniyoruz..
Fulbright Anlaşmasıyla içeriğini belirlemeyi ABD’ye bıraktığımız eğitim sistemimizin gereği böyle bir durum yaşıyoruz..
Batılı tarihçiler, arkeologlar, etnologlar ve antropologlar ellerindeki belgelere karşın, gözlerimizin için baka baka söyledikleri yalanlar, yazdıkları yalan sözde bilimsel kitaplarıyla Türk’e ait her şeyi başkalarına, Türk’ün kültürel özelliklerini başkalarına mal ediyorlar..
Bunlardan birisi de Andronovo ve Afanásievo kültürleri..
Arkeolojik kalıntılar bu iki kültürün buram buram Türk kültürü olduğunu ortaya koyarken, sahte tarihçiler, etnologllar, antropologlar ve arkeologlar bu kültürlerin Türk’e ait olmasının kabullenemiyorlar, başkalarına mal etmek için çırpınıyorlar..
Halkımız da, kendi atalarına ait her şeyi başka toplumlara ait sanıyor ve kendi toplumunu onlardan “uygarlık” düzeyinin altında görüyorlar..
Hatta, biri bu gerçeği dile getirdiği zaman anında “her şeyi Türk’e bağlayan ırkçı” olarak damgalanıyor, itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor..
Bilim namusuna ve etiğine sahip bilim insanmalrı bile bu duruma zaman zaman isyan ediyor, batının yalanlarının yüzlerine vuruyorları..
Ancak, bırakın batıda, Türkiye’de bile gerçekleri haykıran bilim insanlarının yazdıklarını eline alıp değerlendirenleri bulmak bile karanlıkta mumu ışığıyla iğne aramak gibi bir şey oluyor..
İşte bu namunlu bilim insanlarından birisi de Vitalitius Epigrafik Topluluğunun Kabul Edilmiş Üyesi, James Cameron ve National Geographic Tarihsel-Bilimsel Atlantoloji Danışmanı, Eski Diller ve Kayıp Uygarlıklar Uzmanı İspanyol Georgeus Díaz-Montexano..
Yalanlara isyan eden Georgeus Díaz-Montexano’nun yazısının başlığı, “Wikipedia’da Türk tarihi üzerine yalanlar.”
Díaz-Montexano yazısında, “Hint-İran-Avrupacı kökten dincilerinin Andronovo ve Afanásievo kültürleri hakkındaki büyük yalanlarından bazıları Wikipedia tarafından tanıtıldı” diyor..
Díaz-Montexano, yazısında daha sonra Andronovo ve Afanasievo kültürlerinin başka toplumlara mal edilmesine karşı çıkıyor ve bunların Türk kültürleri olduğunu şöyle anlatıyor:
“Afanásievo ve Andronovo açıkça Türk dillerine sahip kültürlerdir. Vikipedi'nin köktenci dilbilimciler ve Hint-Avrupacı arkeologlarının ardından tüm dünyayı aldatması çok utanç verici. Bu kültürler ile bazı Hint-İranioavrupa kültürleri arasındaki her zaman adı geçen birkaç benzerlik, yani Türk Afanasyevo ve Andronovo'dan Hint-Avrupa kültürlerine karşı ters şekilde açıklanabilir.
Öte yandan, farklı etnik ve dillerden çok sayıda insan tarih boyunca bağımsız olarak benzer büyülü-dini gelenekleri paylaşmıştır. Dünyadaki hangi insanlar Güneşe veya ateşe tapmayı öğretecek birine ihtiyaç duyar? Ciddi misin sen? Bu tamamen saçmalık!
Dahası, Hint-İran-Avrupa kültür üstünlüğünün köktendincileri ata tapmanın Hint-Avrupa özelliği olduğunu iddia ediyorlar. Hayır, beyler! Ata tapma, Hint-Avrupalılar onu evcilleştirmeyi bilmeden çok önce, atın evcilleştirildiği yerden başlamış olmalı. Ve o yer Orta Asya'da, insanların en azından 7700 yıl öncesinden beri, belki de daha öncesinden beri Altaik-Türk dillerini konuştuğu yerlerdi. Örneğin, at evcilleştirildiğinin en eski kanıtının bulunduğu Botai Kültüründe.
At ve Hint-Avrupalılar konusunda, dilbilimsel olarak, Hint-İran-Avrupalıların atı pek çok olumsuz konu ile ilişkilendirdiğini, ancak Altaik halkları, özellikle de Türk halkları olumlu terimlerle ilişkilendirdiğini uzun zamandır gösterdim.
Aynı yalanlar Andronovo'nun Hint-Avrupalı olduğunun, hayvan yetiştiriciliği ve pastoralizm olduğunun kanıtı olarak iddia edildiğinde de görülüyor. Altaik-Türk halkları, en azından Mezolitikten ya da çok erken Neolitikten beri, ilk-Hint-Avrupa dili var olmadan çok önce çobandır. Aslında çoğu insanın bilmediği ve bu konuda çok net bir çalışma yayınladığım bir şey, Proto-Hint-Avrupa'da (ki yaklaşık 7000 yıl önce, belki de 6000 yıl önce ortaya çıkmış olması makul gözükmüyor) hayvan için hiçbir terim yok kocalık. Başka bir deyişle, hayvan yetiştiriciliğinin sözde mucitleri Proto-Hint-Avrupa'da hayvan yetiştiriciliğinin temel faaliyetlerine ve hatta hayvan yetiştiriciliğinin kendisinden bile bahsetmek için yerli veya belirli terimlerden yoksundur.
Çok daha sonraki birkaç Hint-Avrupa dilinde sadece birkaç form vardır ve hiçbiri aynı kökü paylaşmaz, bu yüzden Proto-Hint-Avrupa diline geri dönemezler. Şüphesiz, bunlar çok daha sonra, zaten Bronz veya Demir Çağı'nda ortaya çıkan sözcüklerdir, ya bu birkaç Hint-Avrupa dilinin bağımsız eseri olarak ya da diğer dil ailelerinden alınan kelimelerin uyarlaması olarak.
Wikipedia da Andronovo kültürünün Hint-Avrupalı olabileceğini gösteren bir diğer özelliğinin "ateşe ibadet" olduğunu söylediğinde apaçık bir şekilde yalan söylüyor (açıkça Hint-İran-Avrupacılığın üstünlüğünü takip ederek) " Bu gerçekten utanç verici. En az yüz yıldır (etnologlar, antropologlar, arkeologlar ve dilbilimciler tarafından gösterilen) "ateş saygısının" antik çağdaki neredeyse tüm halkların karakteristik bir özelliği olduğu bilinmektedir, çünkü çoğu güneş tanrıları birbirinden kolayca koparılamayacakları için Davalar da ateş tanrısıydı.
Unutmamalıyız ki, "ateş tapınma" aslında insanlığın Paleolitik evresindeki ilk tarikatı olacak. Ateşi nasıl üreteceklerini öğrendikten kısa bir süre sonra, ona ilahi bir güç, tanrıların bir armağanı olarak tapmaya başlamış olmalılar. İşte bu yüzden bütün dilbilimciler, insanlar tarafından dil yaratmaya başladıklarında icat edilen ilk kelimelerin arasında "ateş" terimi olduğunu kabul ederler. "
Ayrıca, proto-Türk halklarına karşı yapılan bariz ırkçılığa dikkat edin: "çoğu araştırmacı Andronovo ufkunu en eski Hint-İran dilleriyle ilişkilendiriyor, ancak kuzey şeridindeki erken Uralca konuşulan alan ile doğu şeridindeki Yeniseyce konuşulan alan ile örtüşmüş olabilir.”
Başka bir deyişle, bu Yenisililerin tarih öncesi medeniyetleri zar zor oluşturduğu zamanlarda, aslında çok daha kuzeybatı, hatta bir Yenisey altstratını (Andronovo kültürünün kuzeyindeki Sibirya sınırlarında) kabul etmekte bir sorun yoktur, ancak Altaik-Türk halkları belirtilmiyor, aynı Andronovo kültürü tarafından işgal edilen ve bildiğimiz dili (dilbilimciler yeniden inşa ettiği gibi) tüm bölgede oluşturulan en eski dillerin ve çeşitli geleneklerin genişlemesi açısından çok daha önemli, en az 7700 yıl öncesinden bu yana Uralca ve Yenise dillerinin kendileri ortaya çıktı.
Hint-İran-Avrupalı üstüncülerin yalan dizisi hakkındaki bu yorumu sonuçlandırmak için, Andronovo ve Afanasievo'nun Hint-Avrupalı olduğunun kanıtı olarak, "Afanasyevanların yanında Andronovalılar'ın Tokharyalıların ataları olma ihtimali yüksek. " Bu kesinlikle yanlış! Tokharlıların arkeolojik paketleri ile Andronovalılar ve Afanasyevalılar arasında neredeyse hiç rastlantı yok ve aynı genetik profili de paylaşmıyorlar. Paylaşılan sadece bazı soylar (haplogruplar) var, ancak Avrasya'nın her yerinde bulunuyorlar ve hiçbir durumda Hint-İran-Avrupalılara özel değiller.
Çoğu Andronovo erkekleri, eski zamanlardan beri Orta Asya'nın çeşitli bölgelerinde dağıtılmış R1a1a1b (R-PF6162) (R1b'nin yaklaşık 22000 yıl önce Altay Dağları'nda, Baykal Gölü yakınlarında ortaya çıktığını unutmayalım), bu soy ne Hint-İranlılarda, ne de Korded Ware Kültürünün Avrupalılarında" bulunmaz, buna rağmen Bunun Andronovo kültürünün kökeni olduğu söyleniyor, aynı zamanda Corded Ware insanlarının Proto-Hint-Avrupa ya da Arkaik Hint-Avrupa konuşan bozkır göçebeleri olduğunu da koruyor. Bozkır göçebelerinin (R1b) Altay Dağları'ndan Güney Rusya'nın batı bozkırlarına yaptıkları yolculuk boyunca binlerce yıldır (en azından 7700 yıl öncesinden beri) konuştuğu dili konuştuğundan şüphem yok. Binlerce yıl boyunca üstün kültüre sahip hiçbir insan tarafından fethedilmediler.
Bunun gibi bir şeye dair herhangi bir kanıt yok, bu nedenle bozkırlara ulaşan R1b'leri, açıkça Altaik olabilecek antik dillerini terk etmeye zorlayamaz, özellikle de batı proto-Türk öncesi şubesi.”
Georgeos Díaz-Montexano’ya, Türk halkı adına gönülden teşekkürler..
Bu arada, Andronovo kültürünün alanını gösteren haritalarda, Andronovo bölgesinin hemen altında BMAC (bilinmeyen bir halk) olarak gösterilen bölge, Türk uygarlığının öncüleri olan ANAU ve OXUS kültür bölgesidir.
Indo European inkarcılarının Türkleri görmezden geldiği bölgedir ve İngilizlerin tarihi ırkçı politikası tipik bir belgesidir..
Buradan ayrıca, Türk tarihçilerine, etnologlarına (bir etnolog olarak kendim de dahil), antropologlarına, arkeologlarına ve dilbilimcilerine Andonovo, Afanásievo ile İngilizlerin “BMAC (bilinmeyen bir halk)” olarak tanımladıkları Anau ve Oxus kültür bölgeleri konusunda çalışmaları çağrısında bulunuyorum.
Hep birlikta, batı emperyalizminin yalanlarını yerle bir etmenin zamanı..
Tıpkı Sümerler ve Hititlerle ilgili savlarının çürütüldüğü gibi..
Zâtül-hareke’den otomobile
Otomobil Osmanlı’ya ilk olarak ne zaman girdi bilinmiyor ama, Takvim-I Vekâyi gazetesindeki bir haberden 1832’de girdiğini anlıyoruz..
Gazetede ve Rüsumat (Gümrük) Dairesi’nde “Zâtül-hareke” olarak adlandırıldığını görüyoruz..
“Zâtül-hareke”, hareket sahibi anlamına geliyor..
Zaten, “oto-mobil (autos-mobilis)” de kendi kendine hareket eden demek..
Yani batılıların da, Osmanlı’nın verdiği isim aynı anlamda..
At arabalarından otomobile giden süreç aslında sancılı ve yasaklarla dolu bir süreç..
Osmanlı kültüründe dört tekerlekli vasıta olarak kullanılan at arabaları ulaşımın en önemli unsuruydu.
Sonrasında buhar gücü, gaz yağı ve nihayet benzinle çalışan otomobil hayata dahil olmuştu; fakat otomobil gündelik hayatımıza dahil olana kadar uzun süre yasaklı kalmıştı.
Yasaklı kalmasının iki önemli nedeni, Osmanlı yollarının ve şehir planının kendi kendine hareket eden araba anlamında kullanılan zat’ülhareke için uygun olmaması ve Sultan Abdulhamid’in güvenlik endişesiyle otomobili yasaklamış olmasıydı.
Rüsumad Dairesi’nin ithal edilen bir adet “zâtül-hareke”nin iade kararına göre, Fransa’nın Marsilya şehrinden İstanbul’a de-monte halde getirilen otomobil, gaz yağı ile çalışmaktaydı.
Bu araç, korkunç gürültüler çıkartarak ilerliyordu ve at arabalarını ürküterek trafiğin karışmasına sebep oluyordu. Yollar da aracın geçişi için uygun değildi, bu sebeple zat’ülhareke iade edilmişti.
Aynı yıl Midilli Adası’nda da araç talebi olmuş ve benzinle çalışan bu aracın da ithalatına müsaade edilmemişti.
1905 yılında ise Prens Bisko, otomobiliyle Avrupa’dan karayoluyla İstanbul’a hiçbir engelle karşılaşmadan gelmişti. İstanbul halkı günlerce Bisko’nun Zat’ülharekesini konuşmuştu.
1832’den sonra İstanbul sokaklarında tek tük görülmeye başlanan otomobil için “baş belası” ve “şeytanın arabası” gibi farklı adlar kullanılıyordu.
Halk, bu isimleri çıkardığı gürültü ve kontrolsüz bir vasıta olarak görmesi sebebiyle vermişti.
Resmi kayıtlar ve devlet nezdinde batının verdiği ad olan otomobil yerine “zâtül-hareke” adı kabul görmüştü.
1905 yılında yaşanan hadiseler sonrası kullanımının azalmasına sebep olmuş ve ihracatı yasaklanmıştı. Bu kararın arkasında ise Sultan Abdülhamid vardı.
Sultan Abdülhamid, aslında, tahta çıkmayı bekleyen bir şehzade değildi. Bu yüzden kendisini ticaret yapmaya adamıştı. Borsada büyük paralar kazanıyor, yurt dışına seyahatlere gidiyordu.
Bugünlerde tutucu bir olarak tanıtılmasının aksine, ufku açık biriydi ve her türlü teknolojik gelişmeyi yakından takip ediyordu. Yakından takip ettiği konulardan birisi de elektrikli arabaların gelişimiydi.
Sultan Abdülhamid tahta çıktıktan sonra da bu araçların katalogları Yıldız Sarayı’na gönderilmiş ve alınması dahi gündeme gelmişti.
Lakin, Sultan Abdülhamid’in tüm sinirlerini alt üst eden gelişmeler bu konuya mesafeli durmasına hatta yasaklamasına sebep olmuştu.
Sultan Abdülhamid tahta çıktığında 93 Harbi, Ali Suavi’nin darbe girişimi ve Mithat Paşa’nın kendisine karşı yürüttüğü komplolarla sarsılmıştı.
Bu gelişmeler onu şüphe sarmalına sürükleyen gelişmelerdi; fakat 1905 yılında kendisine yönelik icra edilen suikast girişimi Sultan Abdülhamid’i çok daha radikal kararlar almaya sevk edecekti.
1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle beraber özgürlük sağlanan konulardan birisi de “zâtül-hareke”ydi..
Avrupa’da oldukça popüler olmuş bu vasıta özellikle İstanbul gayrimüslimlerinin ve zengin bazı yerli tüccarların fazlasıyla dikkatini cezbediyordu.
Otomobilin özgürlüğüne kavuşması sonrası öncelikle yabancı ülkenin sefirleri, ardından gayrimüslimler ve otomobile meraklı Türkler de bu aracı edinmeye başladı.
Nitekim ilk trafik kazasına İtalyan Sefirin şöforü 1912 yılında karışmış ve bir Osmanlı vatandaşının ölümüne sebep olmuştu. Kazanın sonunda İtalyan Sefirin şöforü yüklü bir tazminat karşılığı serbest bırakılmıştı.
Meşrutiyet öncesinde de hatta Abdülhamid’in katı yasaklarına rağmen de bu vasıta tam anlamıyla engellenememişti; fakat özgürlüğün gelmesiyle beraber bir anda otomobil hayatın parçası haline geldi.
Devlet kademesinde öncelikle Nazırlara bu araç tahsis edildi. “Nazır oldun mu, zat’ülhareken (otomobil) hazır” sözü de bu dönemde popüler olmuştu.