Yazılarımı takip edenler, yazılarımda, Erdoğan'ın 20 yıllık iktidarı süresince elinde biriktirdiği güçlere dikkat çektiğimi, içeride ve dışarıdaki olgu ve olaylar karşısında iktidarda kalabilme kabiliyetini geliştirdiğini ve onun bu güç ve bunu kullanma kapasitesini hafife alanların hayal kırıklıklarının derin olabileceğine dönük uyarılarımı hatırlayacaktır.
Uyarılarımın ütopik bulanların ve Erdoğan'ın gidişinin durdurulamayacağına inananların açıklamalarının şiddeti yavaş yavaş azalıyor. Artık bir çok farklı çevreden ve hemen her gün Erdoğan'ın bu yönde attığı adımların karşılığının görülmeye başlandığına dair demeçler verilip, makaleler yayınlanıyor.
Özellikle para musluğunun başında oturan batı başkentlerini etkileyen TheNewYork Times, Financial Times, ForeignPolicy, LE FIGARO ve daha bir çok yayın organı ve araştırmacı, akademisyen, yazarın sadece son bir hafta içinde yazdıkları onlarca yazıyla Erdoğan'ın aşağıya dönük ekonomi verilerini dengelediğini, uluslararası ilişkilerdeki deneyimi ile hem ülkesini hem de kendi siyasi kredibilitesini arttırdığını yazıyor. Erdoğan'ın özellikle İran ile Rusya ile geliştirdiği ilişkiler ile Özbekistan'da yapılacak Putin, Esad ve Erdoğan zirvesine dikkat çekiliyor.
Bu çevrelerin, Erdoğan'ın seçimleri kesin olarak kaybedeceğine dair artık daha az kehanette bulundukları dikkat çekerken özellikle Rusya ve Suriye konusunda yaptırım çağrısı yapanların sesi daha az duyuluyor.
Elbette, Erdoğan iktidarının 20 yıl süresince ülkemizi karanlığa sürükleyen, dincileşme, gericileşme, laikliğin kazınması ve eğitimde birliğin bozulması gibi sorunlar batılı başkentler için bir mesele teşkil etmiyor.
Onları ilgilendiren, ülkemizi yangın yerine çeviren, işsizlik ve hayat pahalılığı, yani, yoksulluğun yaygınlaşması ve derinleşmesi de değil.
Onların esas derdi, neoliberal ekonomi politikalarının sonucu olarak kendi iktidarının da erimekte olduğunu fark eden Erdoğan'ın yaptıkları. Her ne kadar serbest piyasaya tam sadakat beyan edip, onu silahla koruyan NATO'ya selam çaksa da, Erdoğan, Ecevit hükümetinin ihtiyacı olan nakit parayı vermeyerek kriz üreten 'bağımsız' Merkez Bankası yönetiminin aynı kaderi kendi iktidarı için de çizebileceğini görmüş olmalı ki, Banka yönetimini uluslararası finansın kontrolünden çıkarıp, kendi denetimine alarak (şimdilik) iktidarını korumayı başardı.
Zaten, Erdoğan, dünyadaki tüm 'bağımsız' merkez bankaları gibi birincil görevi enflasyon hedeflemesi olan ve büyümeyi ve dolayısıyla işsizliğin artmasına sessiz kalacak olan MB yapısını değiştirmeseydi muhtemelen kendisinden önceki hükümetlerin başına getirileni kendi de yaşayacaktı.
Erdoğan tecrübesiyle önünde iki yol olduğunu gördü;
Birincisi, enflasyonu sabit ya da kontrol altında tutmak için, işsizliğin ve yoksulluğun daha da artarak derinleşmesine boyun eğecekti.
İkinci seçenek ise, enflasyonu verip büyümeyi tercih edecek, daha fazla iş alanı açarak işsizliği frenlememeye çalışacaktı.
İkinci yol tercihinin bir nedeni de, işsiz, yoksul ve umutsuz kitlelerin kabaran öfkesini frenlemek olabilir.
Başarabilecek mi; eğer başaracaksa da, bunu, burnunu sürtmeye çalışan batıyla yeniden masaya oturarak mı yoksa bölgesel aktörlerle kurduğu yeni ittifaklar sayesinde mi yapacak şimdilik belirsiz.
Ama açık olan, iktidarıyla, 6'lı masa ve yancısı ittifakların savunduğu dünya düzeni, sermayenin emeği sömürmesi üzerine kurulu. Yapılan, kimlik, din, mezhep, bölgecilik temelli bütün tartışmalar da meseleyi odak noktasından uzaklaştırma hedefli ve bence, 'Tavuk/Yumurta' tartışması değerinde.
Bir başka seçenek ise artık dünden daha güçlü; çünkü, siyaset 'Sosyalist Güç Birliği'nin oluşmasıyla tek ayaklı olmaktan çıktı. Kamucu, halkçı, planlamacı, üretim ve adil bölüşüm hedefli mücadele, siyasetin odak noktasını değiştirebilir.