Bu mücadele ve dayanışma kültürü beraberinde, şehirde 1960'lı ve 1970'li yıllar boyunca Türkiye ve dünyada öne çıkan birçok yazar, gazeteci, sinema ve tiyatro sanatçısının yetişmesini sağlayan bir iklim yarattı: Yaşar Kemal'ler, Orhan Kemal'ler, Necati Cumalı'lar, Yılmaz Güney'ler, İlhan Selçuk'lar, Abidin ve Avni Dino'lar ve daha adını burada saymakla bitiremeyeceğimiz yüzlerce değer, bu iklimin ürünüydü...
İşte, Demirsporluluğu yaratan, yani Adana'daki her çocuğun Demirsporlu doğmasının nedeni de aynı gecekondu mahallelerinde oturan işçilerin kafileler halinde stada kadar yürüyüp, bilet parasını kendi aralarında denkleştirerek içeri girenlerin, parası olmadığı için dışarıda kalan arkadaşlarına, duvarları ve telleri aşarak içeri girmeleri için yardım etmesini sağlayan, bu sosyal ve kültürel iklim ortamında, ironik de olsa, bir şekilde gelişen bir dayanışma modeliydi.
Bu dayanışma modeli Adana'dan, bahsini ettiğim fabrikalarla, üretimle, tarımla birlikte yavaş yavaş kayboldu; geriye ise yalnızca anılar, hayaletler ve Adana Demirspor kaldı.
Adana'dan fabrikalar, üretim, tarım kaybolurken sendikalar, birlikler, kooperatifler de kayboldu. İş güvencesi, işçinin işverenin insafıyla yaşamadığı bir iş ilişkisi, insani bir maaş, tek maaşla aile geçindirme ve insani bir yaşam kurma imkanı, başını sokabilecek bir ev hayali de bu süreçte ortadan kaybolanlar arasında. Üstelik bu yaşananlar sadece Adana'da değil tüm Türkiye'de, hatta dünyanın birçok yerinde aynı dönemlerde benzer şekilde yaşandı.
1989 yılında yayın hayatına başlayan ve artık dünyada herkesin en azından ismini duyduğu bir dizi olan The Simpsons dizisinin ana karakterleri, işvereninin verdiği teknik eğitim sonucu kasabasında yer alan enerji santralinde çalışan lise mezunu bir babanın tek maaşla geçindirdiği üç çocuklu bir ailedir. Bu aile çok lüks bir hayat yaşamıyor olsa da bir evleri, arabaları, en azından basit bir sosyal hayatları vardır. 1989 yılı ABD'si için son derece normal olan bu orta sınıf aile portresi, bugün bize olduğu gibi Amerikan orta sınıfına da farklı bir evrende yaşanan hayal ürünü bir bilimkurgu gibi görünmekte ve kapitalizmin kalbi ABD'de dahi bu bağlamda tartışmalara konu olmaktadır.
Yazıya futbol ile başlayıp Adana Demirspor üzerinden birlik, dayanışma ve mücadele meselesine taşıyıp The Simpsons dizisinden çıkmamın nedeni ise, ilginçtir, geçen Çarşamba akşamı izlediğim, Real Madrid ile Chelsea arasında oynanan Şampiyonlar Ligi karşılaşması... Gerçi televizyonların tartışma programları ile sosyal medya ortamının bundan farkı kalmadı ama yok, hayır, seçmenlerin iki önemli tercihte bulunacağı bir seçim kapıdayken, size o maçla ilgili izlenimlerimi yazarak, Fatih'in topları İstanbul surlarını döverken, içeride meleklerin cinsiyetini tartışan din adamlarının pozisyonuna düşecek değilim elbette.
Ama müsaadenizle, bu maçı izlememin nedeninin, yaşam değerlerini kendime yakın bulmasam da dünyada eşi benzeri çok az bulunan bir futbol yeteneği olduğuna inandığım Mesut Özil'i Real Madrid'de oynarken ilk onbirden kesmesi sonucu pek hazzetmediğim Real Madrid teknik direktörü Ancelotti hazır şimdi yeniden takımın başında iken Chealsea'ya karşı kaybetmesini seyretmek istemem olduğunu da söylemem gerek. Yine ama, ne yazık ki, Chelsea, takımın başında eski efsane futbolculardan Frank Lampard olduğu halde yenilmekten kurtulamadı.
Yine de iyi ki izlemişim dediğim bu maçı bir kenara bırakıp, hepimizin geleceğini ilgilendiren seçimlere gelecek olursak eğer, bu yazıyı yazmama ilham olan maçın yorumcusu Emre Özcan'ın, maçı yorumlarken tercih ettiği parametreler, ülkemizin yarınına ışık tutabilir diye düşünüyorum. (DEVAMI YARIN)