Bu itibarla piyasacılık, yol açtığı ve açacağını bildiği felaketleri umursamadan insanlığın ve doğanın bütün değerlerine saldırırken çıkan 'meselelerde' meseleyi zincirin koptuğu halka üzerinden kişiselleştirip, sonucu da kusur ilişkisi ile sınırlamak için en ölümcül saldırısını insan zihnine yöneltir. Suç inşattan düşen işçide, çok tepki gelirse yeterli tedbiri almayan iş güvenliği uzmanında, daha büyük feveranlar durumunda en fazla müteahhittedir. Yani suçlu her zaman sistemin tek bir dişlisinde, ancak asla dişlileri belli bir düzen içerisinde çalışmaya zorlayan sistemin kendisinde değildir. Patlama sonucu madende ölen, kolunu makinaya kaptıran her halükarda suçludur ama işçiyi güvencesiz ve fazla mesai ile çalışmaya zorlayarak dikkat kaybına yol açan fabrika sahibi, tedbir almayan maden sahibi yalnızca günah keçisi yapılmasını gerektirecek şartlar oluştuğu takdirde sorumludur. Tüm bu sömürü mekanizmasının oluşmasını ve bu şekilde işlemesini sağlayan, en büyük krizlerde dahi zeytinyağı gibi tüm suçluların arasından sıvışıp kaybolan piyasa düzeni ise her daim pirüpak...
Piyasa ve piyasacılığın oluşturduğu bu tahakkümün en büyük suç ortağı hiç kuşkusuz ki bu düzene hizmet eden, onu meşrulaştıran, değişmez, değiştirilemez bir gerçeklikmişçesine ona rıza üreterek meşruiyet kazandıran siyaset... Ekonomi politik bağlamında piyasanın üstünlüğünü tartışılmaz olarak kabul edip, tartışılacak bir konu kalmayınca siyaset de ekmeğini kimliklerden; kültürel, etnik, dini, hayat tarzı farklılıklarından çıkartmaya çalışıyor; bir yandan politik ekonomi tartışmalarının önünü keserken diğer taraftan kutuplaşan seçmen profili arasında kendine alan açıyor.
Düzenin devamı için yapılan taaruzlar sürekli zihinlerimize yapıldığı için, insanlığın da hem bu saldırılara karşı en ağır savunma tahkimatını, hem de karşı saldırı için asli yığınağını zihni alanda yapması, siyaseti önce bu kirli bağımlılık zincirinden kurtarıp sonra da bu zinciri kıracak bir düzleme taşıması gerekiyor. Bu mücadelede safları belirleyecek olan ise birkaç basit sorunun cevabıdır: Piyasacı mıyız kamucu mu? Emekten mi yanayız yoksa sömürüden mi? Laikliği mi savunuyoruz yoksa şeriatı mı? Yurttaş mıyız tebaa mı? Ulus muyuz yoksa ümmet miyiz? Herkesin eşit ve özgür olarak doğduğuna mı inanıyoruz, yoksa bazılarının daha bir eşitliğine mi?
Daha önce de ifade ettiğim gibi, sosyalistleri hariç tutmak kaydıyla konuşmak gerekirse, gerek 21 yıldan bu yana iktidar erkini elinde bulunduran Erdoğan'ın partisi AKP ile ana muhalefet arasındaki, gerekse de hem iktidarın hem de ana muhalefetin çeperindeki partilerin politik yöntem ve hedeflerini belirleyen ayrım giderek silikleşerek küçük nüanslar dışında ortadan kalktı. Tüm bu partilerin hem hedefleri, hem de siyasi dilleri de bu süreçte giderek muğlaklaştı. Bu benzeşmenin nedeni ise yukarıda da sözünü ettiğim gibi ülkemizdeki siyasi iklimin piyasa ve piyasacılar tarafından belirlenmesi, yukarıda bahsettiğim sorulara verilen cevapların muğlaklaşması, siyasetin verimsiz tartışmalar arasına kıstırılarak baskılanması. Hal böyle olunca bir kişi hem a partisinde hem b partisinde hem de c partisinde görev alıyor, Belediye Başkanı, Milletvekili oluyor, tüm bu güya farklı partilerin yönetimlerine girip farklı dönemlerde farklı Genel Başkanlara danışmanlık yapabiliyor.
Konu tam da buraya gelmişken, herkes Mersin'e giderken tersine gitmek gibi olmasın ama, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun özellikle son günlerde atadığı danışmanlar üzerinden, bu danışmanların kimliği, kişiliği ve savundukları fikirlerin CHP ile bağdaşmadığı gibi sebeplerle oldukça sert şekilde eleştirilmesini son derece abartılı ve haksız bulduğumu belirtmem gerekiyor.
Bu söylediğimden, Kılıçdaroğlu'nun atadığı danışmanların fikirlerinin ya da çabalarının, benim de üyesi olduğum CHP'ye yararlı olacağını düşündüğüm anlamı çıkarılmasın. Aksine CHP
Genel Başkanı'nın bir şeyler öğrenmek, bilgilenmek, kendi zihnini beslemek için 'danıştığı' kişilerin sahip olması gereken profille hali hazırda eleştirilen profili karşılaştırdığımızda oraya çıkan sonucu gülünç bulmamak elde değil. Ancak partililer beğense de beğenmesede, gülse de ağlasa da, CHP Genel Başkanı, geçmişi ne olursa olsun istediği kişiler ile oturur, meseleleri konuşup, tartışabilir; bu pozisyona gelmiş birinin kendi takdiri ve kararıdır. (Nasreddin Hoca yolda yürürken iki kişinin tartışmasına denk gelir. İkisini de dinler, ikisine de 'Haklısın.' der. Orada bulunan üçüncü bir kişi ise 'Yahu Hoca sen de hem ona, hem ötekine haklısın diyorsun, bu nasıl iş?' diye sitem edince Nasreddin Hoca bu kişiye 'Vallahi sen de haklısın.' der.) (DEVAMI YARIN)