Bazı siyasetçilerin sandık ile ilişkisi mutsuz evlilik gibidir.
Gerek evlilikte, gerekse de siyasette yola ortak bir rızayla çıkılsa da, uzun vadede ilişkinin meşruiyetinin dayanağı, günü ve zamanı geldiğinde hesap verebilir olmaktır.
Hesap verememenin sonu ise hep aynı biter;
Evlilik meselesi elbette daha derin ve anlaşılmaz ilişkiler bütününe tekabül ettiğinden, ben işin kolayına kaçıp, somut örneklerle açıklayabileceğim taraftan devam edeceğim.
Siyasetçi için, hesap veremediği an, yetkileri üzerindeki kontrol ve denge mekanizmasından kurtulmaya çalışma zamanının gelmesi demektir.
Bu konunun Erdoğan tarafına denk düşen kısmı zaten çok açık.
O şimdi muhaliflerince tek adamlıkla suçlansa da, gücünün kaynağı hala meşru. 20 yıla yaklaşan iktidarında girdiği (son İstanbul yerel seçimi hariç) her seçimi kazandı.
Referandumlarla sağladığı meşruiyet ile Anayasa Mahkemesi ve HSYK'ya atama yetkisi kazandığı üyelerle mutlak güç haline ulaştı. 15 Temmuz sonrası çıkardığı OHAL yasası ve buna dayandırdığı kararnamelerle de hakimiyet alanını genişletti.
TBMM'nin bütçe yapma hakkını elinden aldı. Bakanların güven oyu alma zorunluluğunu kaldırdı. En küçük devlet memurunu atama ve görevden alma yetkisini kendi imzasına bağladı.
Gelinen noktada ise, Erdoğan'ın sorunun kendisi değil sadece bir parçası olduğunu ve asıl önemli olanın bu düzeni değiştirmek olduğunu söyleyen devrimciler hariç, Erdoğan'ın irili ufaklı bütün muhalifleri Millet İttifakı çatısı altında toplandılar; erken seçim çağrısı yapıyor ve onu, bu kez, yeneceklerini söylüyorlar.
Mesele de burada çatallaşıyor.
Bunu, artık internetten kolaylıkla ulaşılıp, köy kahvehanelerinde ve mahalle çay ocaklarında bile ezbere konuşulan rakamları aylık periyodlar halinde güncelleyip aktararak başaracaklarını sanıyor olmalılar ki, bıkıp usanmadan yapmaya devam ediyorlar.
Erdoğan'ı nefret objesine dönüştürmek için konuşmasına, sesinin tonuna, yüzündeki mimiğe, yürüyüşündeki ritme, egosu ve kibri gibi davranış özelliklerine kadar inerek diline dolayan muhalefet cephesinin sessiz kaldığı tek konu ise, her geçen gün derinleşip, yaygınlaşan yoksulluğun esas nedeni. Ne hikmetse bu konuda kimsenin ağzını bıçak açmıyor.
Ekranlara çıkıp, ne kadar dış, ne kadar iç borç oldu, vatandaşın ihtiyaç kredisi, taşıt ve konut kredisi ne kadar ve bunun ne kadarının artık ödenemediğini kuruşuna kadar söyleyenler, bütün bunlar için yüksek perdeden Erdoğan'ı suçlayan ve söylenmedik hiçbir şeyi de eksik bırakmayanlar, bir türlü işin esasına giremiyorlar.
Emekli aylıklarının neden 805 liradan başlayarak bağlandığını, çalışanların emekli olabilmesi için yaş prim gün sayısı kriterinin neden ve kimler tarafından getirildiğini, çiftçinin maliyetini sübvanse eden kamu bankalarını kimin devre dışı bıraktığını, tohum, gübre ve ilaç ihtiyacını karşıladığı fabrikaların kimin imzası ile çıkarılan yasalarla satışa hazır hale getirildiği konusunda kimsenin ağzından tek kelime duyamıyoruz.
Söyleyemiyorlar, söyleyemezler...
Çünkü, Erdoğan, tüm bu yoksulluk üreten yasaları değiştirmemek ve daha adil bir bölüşüm için üzerine düşeni yapmamakla eleştirilebilecek olsa da, yoksulluğun kaynağı, dayanağı olan yasalar (15 günde 15 yasa gibi) onun iktidarından önce çıkarılmış ve halkın sırtına çoktan sarılmıştı.
Bunu yoksullaştırdıkları halktan gizliyorlar gizlemesine ama, İYİP Genel Başkan yardımcısı Ümit Özlale ve danışman Selim Sazak gibi Millet İttifakı iktisatçıları, "Türkiye'nin muhalefeti ülkenin ekonomik krizini bitirebilir." anafikirli makaleleri Foreign Policy dergisine yollayarak görevi devralmaya hazırız beyanında bulunmaktan da çekinmiyorlar.
Yazıyı, CHP'yi ilgilendiren tarafını anlatarak bitirecek olursam;
Erken seçim ihtimali gören Kılıçdaroğlu, 18 Aralık 2010 yılından bu yana aralıksız 11 yıldan fazla oturduğu CHP genel başkanlık koltuğunu 'her halükarda nasıl olsa ben kazanacağım' diye düşünmüş olsa gerek, partinin kurultayını 1 yıl erteledi.
Zaten kendisi çekilmez ise istediği kadar koltukta kalmasını garanti altına alan bir mekanizmanın da başında duruyor.
Son yapılan Temmuz 2020 kurultayında adaylık açıklamasında bulunan Parti Meclisi Üyesi İlhan Cihaner, Eski Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı ve Kurultay Onur Üyesi Tolga Yarman'a, aday olabilmeleri için gereken, delegenin yüzde 5'ini oluşturan 68 imzayı almalarını dahi engelleyecek kadar da güçlü.
Bu şartlarda önümüzdeki dönemde CHP açısından iki muhtemel sonuç görünüyor;
1- CHP yönetimi başarılı olacaktır, seçimi kazanıp iktidara gelecektir.
2- Başarısızlık halinde ise bundan sadece Kılıçdaroğlu değil, başta Parti Meclisi üyeleri ve MYK üyeleri olmak üzere bütün yönetim sorumlu olacaktır.
İşte elle tutulur hiçbir konuda konuşmayan, tüm stratejisini "'kötü adamı değil bizi seçin" mesajı üzerine kuran bu parti yönetimi, bir seçimin daha kaybı durumunda yazının başında verdiğim mutsuz evlilik alegorisinin içine düşecektir.
Yine bir seçim kaybında hesap vermek, yani kongre takvimini başlatıp yeni delege seçimi yapmak yerine, yönetime tutunmak için eski delegelerle 'güven tazelemek' adına olağanüstü kurultay çağrısı yapılması, yani 'eski usullere' başvurulması, CHP tabanında ve seçmende en az kaybedilecek bir seçim kadar ağır sonuçlara yol açacaktır. Bu evlilik nasıl bu noktaya geldi diye kafasını duvarlara vuran çiftlere dönmemek adına ilgililerine duyurulur.