Yapılanlar ve söylenenler artık perde arkasında kalamadığı, aksine sosyal medya gibi yeni iletişim kanalları yoluyla tüm topluma yayıldığı ve bunun yanında AKP iktidarı, sağolsun, bazı şeyleri saklama gereği dahi duymadan açık seçik yaptığı için bu gerçeğin farkına artık seçmen de (özellikle kendi seçmeni de) dâhil herkes vardı.
Batının Türkiye'den beklentilerine rağmen, Türkiye'de toplumun ve seçmenin çok büyük bir kısmı batılı ülkelerle yakın bir ilişki kurulmasından, Türkiye'nin dünyaya açık bir ülke olmasından, batı ittifakında yer almasından yana. Doğru şartlarda bunun Türkiye'nin çıkarına olacağına da şüphe yok.
Öte yandan aynı seçmenin büyük bir kısmı, batı tarafından başımıza sarılan belaların kaynağının ve sonuçlarının da artık son derece farkında. En basit örnek olarak sığınmacıların Türkiye'ye geri iadesi anlaşmasına kamuoyunda ne gözle bakıldığını verebiliriz.
(Türk toplumunun batıyla olan sevgi/nefret ilişkisi konusunda batılı düşünce kuruluşlarının Türkiye'de yaptırdığı anketler son derece ilgi çekici ve yol gösterici. Son örnek olarak Amerika merkezli düşünce kuruluşu German Marshall Fund'ın Mart ayında yaptırdığı anket sonucu hazırladığı rapor; Türkiye'de toplumun ciddi bir kısmının batı ülkeleriyle, özellikle de Avrupa Birliği'yle yakın bir ilişki kurulmasını desteklediği, öte yandan batıya ciddi bir şüpheyle de yaklaştığı ve dış politikada Türkiye'nin daha bağımsız hareket etmesi gerektiğini düşündüğünü gösteriyor. Bu bağımsızlık eğiliminin 18-24 yaş arası gençlerde çok daha güçlü olduğu da görülebiliyor.)
Sonuç olarak, artık herkesin (yani düzenin) ipliğinin pazara çıkması nedeniyle yurttaşlar, batıyla kavga etmeyen, ancak gerektiğinde hayır da diyebilecek, bu dengeyi kurabilecek bir siyaset iklimi ve bunu gerçekleştirecek yönetim arıyor. Toplumun talep ettiği değişim daha müreffeh, daha özgür, daha demokratik, daha batılı bir Türkiye yönünde, evet, ama toplum bu yolda batının çöplüğü, sığınmacısının bekçisi, sömürülecek ucuz işçisi olmaya razı da değil.
Bu gerçeğin farkına varamayan, eski siyaset anlayışı ve siyaset unsurlarının seçmen tarafından halının altına süpürülmesi hiç uzun sürmeyecek. Bu olasılık siyasetin merkezinde değişikliğe yol açabilir ve hatta bugün anketlerle ölçülmek için adı bile sorulmayan/anılmayan partiler siyasete müdahale gücüne erişebilir. Bu büyük sarsıntının 6'lı masa mukimlerinin şimdiki konumlarında da değişikliğe yol açması da yakın bir olasılık. Çünkü AKP'deki seçmen kaybının anketlerin ölçtüğünden daha yüksek oranda gerçekleşmesi halinde bu seçmenin ana gövde olarak yöneldiği İYİP'in ana muhalefet partisi olması ve hatta en çok oyu alarak seçimlerden birinci parti çıkması şaşırtıcı olmaz. Tabi ki bu durumun en büyük kaybedeni CHP olacaktır.
Biliyoruz ki 6'lı muhalefeti oluşturan partilerin ekonomi politikası aynı; düşük kur yüksek faiz. Bu yöntem, sıcak paraya bağımlı ve cari açık yoluyla 'büyümek' üzerine kurulu. Örneğin uzun yıllar Ali Babacan ve Mehmet Şimşek eliyle iktidar tarafından uygulanan ve CHP'yi yönetenlerce de övüle övüle bitirilemeyen politikalar bu bakımdan iyi bir ayrıştırıcı olacaktır.
Bu politikaların uygulanabilmesi için yapılması gereken özelleştirmeler, yabancı yatırımcıyı çekebilmek için yapılan 'şirinlikler', içeride sermayeye verilen tavizler, üretimi bitirme, ülkeyi ithalat için açık pazar haline getirme hamleleri ve daha nicesi, 20 yıllık AKP iktidarı boyunca halkın nefretini kazanan politikaların bizzat kendileri oldu.
İşte geçtiğimiz hafta da yazdığım gibi, bunların farkına varan seçmeni, aynı şeyleri yapmaya ikna etmek artık mümkün görünmüyor. İşte bunun için Erdoğan batıya kafa tutuyor görünüyor, Kılıçdaroğlu 'neoliberalizme karşıyım' diyor. Babacan, Davutoğlu, Karamollaoğlu ne ideolojik ne de perspektif olarak denklemde, siyaseten, virgül değerinde bile değiller.
Buradan devam edecek olursak;
Bugünkü iktidarla özdeşleştirilen beşli çeteye verilen tavizleri yarın muhalif bir sermaye grubuna vermeye kalktığınızda ki vereceksiniz, bunu nasıl açıklayacaksınız?
Bugün iktidara yakın şirketlerin yaptığı HES'leri, açtığı madenleri, yaptığı inşaatları yarın muhalif şirketler yapmak istediğinde ki isteyecekler, vereceğiniz izinleri nasıl meşrulaştıracaksınız?
Yabancı sermayeyi çekebilmek için ABD'yle asker pazarlığı, Avrupa'yla mülteci pazarlığı, ki bu düzen içinde mecbursunuz, yapmayı nasıl anlatacaksınız?
Türkiye'nin yapacağı yatırımları yabancı sermayenin keyfine göre belirlemeyi, ki savunduğunuz düzende buna mecbursunuz, ne yüzle savunacaksınız?
(Bu soruyu, bugün dünyanın en önemli gündem maddelerinden olan yenilenebilir enerjiyle ilgili AKP'nin Ekonomi Bakanı olarak "Bp'ye, Shell'e, Amerikan Enerji Kurumu'na sordum; yenilenebilir enerji gereksiz dediler" diyen Ali Babacan'ı beğenenlere özellikle soruyorum.)
Yapılması gereken, gücünü kapı arkalarından değil halktan alan bir iradeyle batının karşısına çıkmak ve onurlu bir şekilde, kavga etmeden, sürdürülebilir, kabul edilebilir bir denge aramak, muhatapları (batıyı) buna ikna etmektir.
Bu noktada belirtmek lazım ki, eski ezberler ve formüllerden kopamayan siyaset, sürekli peşinde gezindiği, sürekli icazet aradığı batıyı da, sözünden çıkamadığı sermayeyi de hala pek anlamıyor.
Siyasetin sağı solu fark etmeksizin Amerika ve Avrupa, sermayesi, yatırımcısı, diplomatı, istihbaratıyla bir heyula gibi görülüyor. Oysa şu gerçeğin farkına varmak gerekiyor: Batı görülemez, dokunulamaz, karşısında durulamaz değildir.
Aksine bizim batı olarak bildiğimiz şey gün itibariyle çok parçalı, bölgesel olarak ciddi şekilde ayrışan, kendi içinde çok sayıda farklı denge barındıran ve son yıllarda kapsamlı bir yeniden yapılanmadan geçen gevşek bir ittifaktır.
Örneğin Türkiye'den katılım artık çok az olduğu için üzerinde pek konuşulmayan Davos toplantılarının 2022 versiyonu geçtiğimiz hafta yapıldı.
Toplantının bu yılki en önemli iki gündemi küreselleşmenin sonu ve (neoliberalizm tarafından şoklara açık hale getirilen) ekonomilerin şoklara daha dayanıklı hale getirilmesiydi. Önceki yazılarımda defaatle yazdığım üzere, son yıllarda gelişmiş batı ülkelerinin en seçkin gazetecileri, akademisyenleri, düşünce kuruluşları, artık küresel ve neoliberal düzenin sonunun geldiği kabulüyle yeni bir dünya tasarımının ayrıntılarını tartışıyorlar.
(Takip edenler) Bu yılki Davos toplantılarında bu tartışmaların artık iyice seviye atladığını görmüş olmalılar. Özellikle IMF başkanı KristalinaGeorgieva'nın değerlendirmelerini tüm Babacan-sever muhaliflerin dikkate almasını tavsiye ederim.
Son yıllarda özellikle ABD'den Türkiye'ye yapılan 'taraf seçme' baskısını, artık küresel ve tek kutuplu olmayan bir dünyada, Türkiye'nin bu ittifakın neresinde yer alacağının netleştirilmesi hamlesi olarak görmek gerekir.
Olan bitenin farkında, rasyonel, gerçekçi, akıllı bir siyaset, bu yeni dünyada Türk halkının çıkarlarıyla batının Türkiye'ye biçtiği rolü uzlaştırabilir.
Özellikle de gelişmiş ülke ekonomilerinin bir türlü durgunluktan çıkamadığı, tedarik zincirlerinin ve ülke ekonomilerinin pamuk ipliğine bağlı olduğu, gıda tedarikinde bile sorunlar yaşanan bu ortamda küreselleşmenin hız keserek yerini bölgesel ortaklıklara bırakıyor olması, bu bağlamda dünya siyaseti ve ticaretinin yeniden şekilleniyor olması, jeopolitik olarak birçok fırsatı Türkiye'nin ayağına getiriyor.
Bu fırsatları akıllıca, şahsi çıkarlar için değil ülkenin çıkarları için kullanarak tüm dünyayla saygılı ve onurlu bir ilişki kurabilen bir Türkiye, kendi halkının sömürülmesine izin vermeden yabancı sermayeyle de geçinebilir, yatırımcıyla da olan sorunlarını da, sığınmacı krizlerini de, diplomatik problemlerini de çözebilir.
Bunun için yeni Babacan'lara da, modası geçmiş neoliberallere de, icazeti kapı arkalarında alan siyasilere de ihtiyacımız yok.
Kakofoniyi bitirecek ve siyasette var olan düğümü açacak olan anahtar; kendi halkından taraf olmak, oradan güç almak, ülke meselelerine bu güçten gelen bir perspektifle yaklaşacak entelektüel şiddeti tesis etmektir. (SON)