Şimdi gelinen noktada, önümüzdeki seçenekleri ise şöyle tasnif edebiliriz:
Birincisi mevcut üretim ve bölüşüm mekanizması ile bunun yarattığı sonuçları sürdürmeye çalışanların safı.
Bu saf yoksulun yoksul kaldığı, zenginin daha da semirdiği; depremin altında kalan yoksullara ilk 48 saatte yardıma koşul(a)mayabildiği saf... Ölenlerin ardından ağlar, kalanlara yeni binalar yapar ve yolumuza devam ederiz diyenlerin safı. Bu safta emeklilerin, işini gücünü, sermayesini, canını, yakınlarını kaybeden esnafların, köylülerin, işçilerin, memurların, öğrencilerin; kısaca 85 milyon insanın en az 84 milyonun emeğini, birikimini, insanlığını, gençliğini, geleceğini tüketenler yer alıyor. Burası Nazım Nikmet'in 'Büyük insanlık'ta, Hasan Hüseyin Korkmazgil'in de 'Koçero'da anlattıklarının karşısındakilerin safı...
İkinci safta ise, birincidekilerin yediğinin kırıntılarıyla 'beslenerek' o büyük yıkımı daha dayanılabilir kılmaya çalışanlar yer alıyor. Bu safta toprağı, suyu, havayı, canlıları öldüren zinciri oluşturan bu düzenin devamını sağlamak için, bu zinciri kırması gereken halkın, bu düzeni sürdüren, buradan beslenen, amacı bu yoksulluğu, bu açlığı, bu sefaleti daha katlanılabilir göstermek olan siyasi partileri ve kurumları sorgulamamasını sağlamak olan, beslendikleri kırıntıların karşılığı olarak insanların sisteme katlanma ve dayanmasının zihni altyapısını oluşturan 'sol' 'entelektüel' ve 'aydınlar' var.
Bu saftakiler, şimdi her şey ayan beyan orta yerde dururken, deprem felaketi üzerinden de yapıldığı gibi yine ve yeniden, kaybettiğimiz on binlerce canın, sönen hayallerin ve yıkımın tek sorumlusu olarak suçu Erdoğan'a (iktidara) yükleyip, birkaç tane de müteahhiti (sosyal, yazılı ya da görsel medya üzerinden) linç etmemizin yeteceğini, sonrasında da kendi siperlerimize dönüp mevzilerimizden karşılıklı yapacağımız taciz ateşleriyle öfkemizi yatıştırmamızı öneriyorlar.
Ta ki yeni bir deprem, yeni bir orman yangını, yeni bir sel baskını, yeni bir kuraklık, yeni bir maden göçüğü ya da patlaması, yeni bir ekonomik kriz, kaza, facia, felaket adını vereceğimiz yanlışlar, hatalar, sorumsuzluklar, vurdumduymazlıklar sonucu can kayıpları, yiten hayaller, tükenen umutlarla yeniden karşılaşıncaya kadar...
Meral Akşener'in kalktığı masayı solculuk adına meşrulaştırmaya, boşalttığı koltuğa solculuk adına rezervasyon yaptırmaya çalışan; bunu öneren, buna çalışan ve dolayısıyla yine, yeniden ve bir kez daha zihni karışan ve halkın da zihnini bulandırmaya çalışanların yolunun; emperyalizmin kanatları altında etnik, dinci, mezhepçi damarların göstereceği/götüreceği yolun sonunun karanlık olduğu gerçeğinin altını bu noktada bir kez daha çizmek gerekiyor.
Bu seçim bizim. Eğer geçmişten ve onların yazdığı tarihten memnun değilsek ve gelecek de onların istediği şekilde başımıza kakılıyorsa bu geleceği neden bu kez de biz yazmayı denemiyoruz. Aynı kararları veren farklı parti veya kişileri seçim olarak önümüze koyan bu düzeni değiştirmek yerine oyunda figüran olmamızı önerenlere solcu, aydın, yurtsever denilemeyeceğini; ağızlarına da, eşitlik, adalet ve özgürlük kelimelerinin yakışmadığını söylemek çok mu hafif kalır?
Fazla uzatmayalım, tarihin bu önemli bir yol ayrımında bir kez daha zihnimizi bulandırarak yolumuzu şaşırtmaya çalışan kanserli hücrelerin yol göstericiliğini reddetmeli, kendi tarihimizi kendimiz yazmanın önünü açmalıyız...