Sanki her bir grup insanın yaşadığı ayrı ayrı sorunlar birbirinden bağımsız birer fenomenmişçesine, herkes her derdinden ayrı ayrı şikâyet ediyor. Oysa tüm bu sorunların kaynağı aynı adaletsiz ekonomik düzen.
Bu bahsi, sosyal devletin güvenlik ağı ile sınırlı tutarak devam edecek olursak, açgözlülükte çığır açan sermayedarlara karşı devletin korumasına belki de en çok ihtiyaç duyan kesim beyaz yakalılardır. Dolayısıyla bu insanların ekseriyetle ekonomik solun ve sosyal devletin bayrak taşıyıcılığını yapması gerekirken aksi yöne tam gaz gidiyor olmalarının suçlusunun, neyin ne olduğunu doğru analiz edip aktaramayan siyaset kurumu olduğunu söylemek herhalde pek de yanlış olmayacaktır.
Bu kadar önemli konularda açıkça pozisyon alıp aldığı pozisyonu savunamayanlar, yani açıkça konuşalım, artık kimsenin yutmadığı laf salataları dışında hiçbir şey söyleyemeyenler tarihin derinliklerinde kaybolup gitmeye mahkûm, zira dünya büyük bir hızla değişiyor ve dönüşüyor. Hiçbir ülkenin ve toplumun artık taşıyamadığı bu düzen yıkılıyor.
Yenisi inşa edilecek düzeni kim kuracaksa, düzen de onun çıkarlarına hizmet edecektir.
Yeni düzen, ülkemizdeki siyasetin ve medyanın merkezinde kimse henüz ağzına alamasa da progresif vergilendirme, servet vergisi, toplumda üretilen servetin yeniden bölüşümü gibi konu başlıklarını da içinde barındıran hamlelerle, yazının başında bahsettiğim üzere 'bazı' yerlerde açık açık tartışılıyor, tartışılmasını da geçtim, artık hayata geçirilme aşamasına geliyor.
Dolayısıyla, bugünkü düzenin çöküşünün ana sebebi olan üretim, gelir adaletsizliği ve servetin bölüşümüne dair tartışmayı büyütemeyecek olursak, yani bir kez daha geride kalırsak, bırakalım eşit ve adil bir bölüşümü, bırakalım güçlü sosyal devleti, bugün eleştirdiğim sadaka devleti bile mumla aranacak hale gelebilir.
Sonuç olarak yapılması gereken, dünya değişim ve dönüşüme yüzünü dönmüş iken, küresel sermayenin belirlediği kurallarla çalışan bu uluslararası düzeni körü körüne savunarak tarihin yanlış tarafında kalmak yerine, değişimi yalnızca yakalamak değil, aynı zamanda bir parçası da olabilmekten geçiyor. Değişimin içeriği üzerine kuvvet uygulayabilmek adına, sınırları aşarak kıtaları gerçekten dolaşabilecek fikri ürünler doğuracak tartışmalara ihtiyacımız var.
Kitlelerin kalıplaşmış önyargılarını kırabilecek, adil bölüşüm gibi herkesi peşine katabilecek ve katması gereken fikirleri doğurup destekleyebilecek, bu mücadeleyi farklı zeminlerde güçlendirebilecek yeni bir dil yaratmalı, yeni bir tartışma başlatmalıyız.
Aksi takdirde, dediğim gibi, elle tutulur hiçbir şey söylemeyenler kaybolup gider, gelir adaletsizliğini eleştirmek faşistlere, işçilerin hakkını savunmak zenginlere kalır. İki kurtla bir kuzunun öğle yemeğinde ne yeneceğini oyladığı bir demokraside bizlere de biz nerede hata yaptık diye dizlerimizi dövmek kalır. (SON)