Ödenen ikinci bedel, yine gelişmekte olan ülkelere taşınan üretimin gelişmiş ülkelerdeki istihdam piyasasını altüst ederek büyük sosyal sorunlara sebep olmasıdır. 30 yıl önce X şirketinin fabrikasında iş güvencesi, sigortası ve toplu sözleşme sonucu kazanılmış düzgün maaşı olan bir işçinin çocuğu, bugün çalışacak fabrika kalmaması sonucu asgari ücretle güvencesiz olarak üç farklı işte çalışarak ancak ay sonunu getirebilmektedir. Bu durum sadece mavi yaka değil, ücretlerin uluslararası rekabet sonucu baskılandığı beyaz yaka için de aynıdır.
Ödenen üçüncü bedel ise dünyanın öte tarafında, üretimi devralan gelişmekte ülkeler tarafından ödenmektedir. Uslu bir çocuk olarak yatırım çekmeyi başaran gelişmekte olan ülke bunun karşılığında tüm piyasalarını köpek balıklarının saldırısına açmış, bunun sonucu olarak kendisine 'uygun görülen' alanlar dışındaki tüm alanlarda (üreticisini koruyamadığı için) ithalata bağımlı hale getirilmiş, işgücü piyasasının 'liberalleştirilmesi' sonucu sendikalar ortadan kaldırılmış, iş güvencesi, adil ücretlendirme, işçi hakları gibi şeyler tarihin tozlu sayfalarında birer anı olarak kalmış, lütfederek üretimi bu ülkeye taşıyan sermayedarın 'ricaları' sonucu baskılanan ücretler sebebiyle 'prestijli' şirketlerde mavi ya da beyaz yaka olarak çalışanlar dahi yoksulluk sınırında veya altında yaşar hale gelmiştir. İstatistiklere bakıldığında ülkenin döviz rezervleri sağlam, yatırımcısı mutlu, 'stratejik' sektörlerinin ihracat rakamları parlak, Merkez Bankası bağımsız olsa da insanı sürünmektedir...
Küreselleşme yanlıları yıllarca bu dinamiğin herkes için faydalı olduğunu savundular:
1- Üretimin taşındığı gelişmekte olan ülkeler kalkınacaktı. Gerçekte olan ise sermayedarların, üretimden elde ettikleri katma değeri (serbest piyasa sayesinde) gelişmekte olan ülkeden çıkartarak bu ülkelerin kalkınmasına hiçbir katkı sağlamamalarıdır. Yani gelişmekte olan ülkeler pazarlarını açıp kendilerini sömürttükleriyle kalmıştır.
2- Üretimdeki verim artışı, sanayi üretimini ve bundan doğan istihdamı kaybeden gelişmiş ülkelere ise yeni yatırımlar olarak dönecek, ekonomilerini dönüştürerek daha sürdürülebilir bir büyümeye ve yeni teknolojik gelişmelere önayak olacaktı. Gerçekte olan ise ekonomilerin finansallaşması ve parasal genişleme sonucu tüm paranın finans piyasalarına akarak devasa balonlar yaratması, eşitsizliği daha da arttırması, bu süreçte sanayi, altyapı ve ARGE yatırımlarının dibi görmesi sonucu tüm dünyada ekonomik gelişmenin yavaşlamasıdır. Tüm bu karlar ise vergi cennetlerine akarak sermaye sahipleri dışında kimseye yar olmadı, eşitsizliği daha da arttırdı.
İşte küreselleşme ve neoliberalizmin bu bedelleri, hadi açık konuşalım, gelişmekte olan ülkelerdeki insanlar pek 'insan' sayılmadığından, gelişmiş ülke toplumlarını etkileyen bedelleri, batıda bu trendlerin geriye çevriliyor olmasının nedenidir. Bu geriye dönüş özellikle ABD'de baş döndürücü bir hızla yaşanıyor olsa da, kariyerlerini eski düzenin ezberlerine dayanarak inşa eden bazı ekonomist ve siyasetçilerin direnişinin sürdüğünü söyleyebiliriz. Gerçekten de kerli ferli prestijli duayen ekonomistler, çok uzun yıllar boyunca küreselleşmenin eşitsizlik üzerindeki etkilerine hiç utanmadan, açık açık karşı çıktılar. Bugün bu etki o kadar bariz bir hale geldi ki artık buna açıktan karşı çıkmaya cesareti olan pek az kişi kalmış durumda. Hala süren 'liberal direnişin' giderek artan oranda mevzi kaybedeceğini ve azalarak biteceğini de zamanla göreceğimizi düşünüyorum.
Sahi, bu kadar uzun yıllardır ve bu kadar istikrarla yanılan bu kadar lekeli ve sıradan insanların deneyimlerinden bu kadar kopuk bazı 'bilim' insanlarının bizlere gelecekte sunacağı herhangi bir reçeteye neden güvenmeliyiz? Politika yapıcılar bunlara hala neden aldırış ediyor?
Açık olan şu ki, Amerikan hegemonyasındaki tek kutulu düzenden çok kutuplu bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Bu durum artan korumacılık, jeopolitik çekişmeler, çatışmalar ve hatta doğrudan savaşlara yol açıyor, açacaktır. Çok kutuplu bir dünya aynı zamanda "buna daha önce sahip olmayan uluslara ses veriyor". İnovasyon ve büyüme kaynakları daha çeşitli hale geliyor... İş dünyası ve toplum arasındaki ilişki de değişiyor: İklim değişikliği, salgın hastalıklar ve jeopolitik çekişmelerin tehdit ettiği bir dünyada, devletin ekonomiye, sermayeye ve iş dünyasına daha agresif bir şekilde müdahale etmesi kaçınılmazdır.
Tüm bu tartışmalar arasında Türkiye'ye dönecek olursak, Henri Barkey imzalı olarak 17 Ağustos'ta Foreign Affairs dergisinde yer alan geniş Erdoğan incelemesi dikkat çekiyor. ABD'nin Erdoğan'a bakışı ve gelecek planları, özellikle de Erdoğan'ı nasıl kıskaca aldıklarını ifade etmesi bakımından çok aydınlatıcı olsa da, bunun yanında ABD'nin Türkiye'ye biçtiği rolün pek değişmediği de bu analizden çok net bir şekilde okunabiliyor: Serbest piyasa hakimiyeti, MB başta olmak üzere bağımsız kurum ve kurullar, haddini bilen bir devlet ve demokratik bir düzen sayesinde doğrudan yabancı yatırım çekmeye odaklı bir NATO müttefiki. İlginçtir içeride sürekli bizlere verilen bazı vaatlerle kelimesi kelimesine örtüşüyor...
Öte yandan değişen ve çok kutuplu hale gelen dünyada artık neoliberal dönemin alameti farikası olan 'dış yatırımlar'ın var olmaya devam edeceğini düşünmek, buna göre ekonomik program kurgulamak da kafasını kuma gömen deve kuşu gibi davranmaktan farksız olacaktır. Türkiye tek ve yekün bir iradeden oluşmadığı gibi tek bir ABD de yoktur. Türkiye, dünyayla olan tüm ilişkisini neoliberal paradigma üzerinden tanımlamak zorunda değildir. Yine Henri Barkey'e kulak vermek gerekirse: "Jeopolitik ve askeri önemi ve ekonomik potansiyeli sayesinde Türkiye paha biçilmez bir müttefiktir. Washington'ın küresel stratejik hedeflerine ulaşmak için Ankara ile yakın çalışmaktan başka seçeneği kalmayacak."
Türkiye'nin, eski dünyanın ezberleriyle hareket etmeyecek, bize 'biçilen' rolü kabullenmeyecek bir siyasi iradeye ihtiyacı var. Cumhuriyet ilkelerinin ışığında, yeni dünyanın gerekliliklerini kabullenmiş, gücünü halkından alarak dünyayla onurlu bir ilişki tesis edebilecek, İnönü'nün deyimiyle bu yeni dünyada yerini alacak bir Türkiye kurmak mümkün. Bunun ilk adımı ise bu Türkiye'nin potansiyelini gerçeğe dönüştürecek ilk adımı atarak zihni zincirlerimizi kırmaktır...