Cumhuriyet dönemini ben 1938 öncesi ve sonrası diye ikiye ayırırım, ya da Atatürk öncesi ve sonrası diye. Birinci dönem Mustafa Kemal Atatürk’ün inisiyatifinde, geri kalmış yurdun toparlanma ve atılım alt yapısının hazırlandığı, her alanda “tam bağımsızlık, toparlanma, üretim ve çağdaş medeniyetler seviyesi” ilkesinin benimsendiği yıllar olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk dönemi ne kadar parlak, istikrarlı, mili ve bağımsızlıkçı amaca uygun politikalar üretilmişse de, 1938 sonrası bilinmez politikalar, bilinmez anlam verilemez icraat ve yasaların hep bir bahaneye sığınılarak yaşama geçirildiği yıllar olmuştur. Buradan sadece belli kişileri değil, dönemin tamamını kastederek konuşuyorum.
Uçak fabrikalarından köy enstitülerine, araba üretiminden milli eğitim politikalarına, tarih anlayışından sanayi politikalarına ve sanat anlayışlarına kadar yüzlerce küçük büyük politik anlayışın önce içleri boşaltılıp sonra da yavaşça ekseninden kaydırılarak ülke çıkarlarına ters bir hale getirilmesine, farkına varamadan onayladığımız milletçe uyanamadığımız gaflet yıllarıdır diyorum.
Olaylara tümden bakamayıp hep parça parça bakarak, bütünün aslını kaçırdığımız bir akıl oyunu ile aklımız kontrol edildi, semboller ve işaretler üzerinden kutuplaştırılıp, parka giyenin solcu, beyaz çorap giyenin ülkücülüğü üzerinden ideolojilerin içini boşaltıp, bizlerden boş birer “fanatik taraftar” yaratıldığının farkına varamadık.
Varmamız da beklenemezdi, zira bizi yönetenler(her kimse!), senaryolarını çok başarılı uyguluyorlardı, aklımızı asla ve asla özgür bırakmıyorlardı, bizi sürekli büyük bir “kirli bilgi bombardınına” tutuyorlardı.
Bu konuya nerden geldik, neden yazma ihtiyacı hissettim, belki de kendimin de içinde olduğu taraftar güruhun bilindik kabullerin aksine farklı düşünebilmesinin, hatta bağımsız düşünmesinin, insanın dipsiz bir kuyudan çıkmasın veya karanlıktan çıkmasının ne kadar zor olduğunu kendi içimde yaşadığım süreçten fark etmiş olmamdır. Pavlov’un şartlanmış deneklerinin aslında insanlar olduğunu anlamak, kendi açımdan şaşırtıcı olmuştu. Narsisizmin aşkı öldürdüğü gibi, şartlandırılmış kabulleri sorgulamadan yaşamanında sahte bir mutluluk bazen de sahta bir hüzün verdiği, önümüzde açıkça durmaktadır.
Gerçi beni tanıyanlar bilir, kendi özeleştirimi vermekten asla çekinmem, her defasından kendi düşünce sistemimi, bilgilerimi tekrar tekrar sorgularım, bu benim başkalarını daha kolay anlama, analiz etme tarzını veriyor, artık kimseye kızmıyorum mesela, sadece onlar adına üzülüyorum. Empati yapabilme gücü, analitik düşünme tarzı sizi hep tabusuz bir düşünceye sürükler. Zaman zaman duyduğunuz “mahalle baskısının” ne demek olduğunu yaşarak öğrenmiş olursunuz.
Neyse, böyle pat diye bitirelim, bi ara tekrar devam ederiz buradan.