Sermayenin gözbebeği Macron'un bile (Fransa ve AB özelinde) yerli üretimi teşvik etme odaklı, devletin aktif bir şekilde yer aldığı, desteklediği ve (pek tabii kamu harcaması yaparak, dolayısıyla mali politikalarla) katıldığı bir ekonomik düzen yaratmaya çalışması, hakim ekonomik teori çerçevesinde para politikası ve mali politikaların uyuşmaması olarak değerlendiriliyor ve eleştiriliyor.
Ancak para politikalarının mali politikalara bu tür bir üstünlüğü artık gökten zembille inen ve teknokratlarca uygulanan bir karar değil, demokratik olarak tartışılan ve seçilmişler tarafından da katkı sunulabilecek bir tartışma olarak görülüyor.
Bizim de sık sık bahsettiğimiz üretim ekonomisine geçme, dijitalleşerek teknoloji devrimini yakalama, enerji ve gıda güvenliğini sağlama gibi konular, tarihin bir cilvesi olsa gerek, fazla küreselleştiklerini ve egemenliklerini kaybetmek üzere olduklarını fark ettikleri için tekrar yerelleşmeye çalışan gelişmiş ülkelerin de gündeminin en tepesinde yer alıyor.
Dolayısıyla bizim de yapmaya çalıştığımız şeyleri batının nasıl yaptığını görmek, kendi kendine politika yaratmakla pek ilgilenmeyenler için eşsiz bir kaynak niteliğinde aslında.
İşte bu bağlamda Macron'un güçlü, bağımsız ve egemen bir Fransa ve Avrupa için yaptıklarını anlattığı (Avrupa Merkez Bankası'nı da eleştirdiği) röportajı dikkatimi çekti. Röportaj bir otomotiv fuarında verildiği için ağırlıklı olarak elektrikli otomobil örnekleri kullanılıyor, ancak bunu her tür sanayi koluna uyacak şekilde yorumlamak mümkün.
Sermayenin gözbebeği, neoliberalizmin belki de son prensi olarak parlayan Macron Avrupa'yı yeniden sanayileştirmekten, endüstriyel amaçların egemenlik amaçlarıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğinden, yabancı rakiplerine karşı Fransız ve Avrupa'lı üreticileri, taşeronları ve yan sanayileri 'fazlasıyla' desteklemeleri gerektiğinden, anahtar işlevi gören şeyin devletin planlaması ve desteği olduğundan, elektrikli araçlarla ilgili kamu olarak 100.000 şarj istasyonu kurduklarından ve bu sayıyı 2030'a kadar 400.000'e çıkaracaklarından, elektrikli otomotiv sanayisini korumak ve fiyatları makul seviyede tutmak için gümrük duvarlarını yükselteceklerinden bahsediyor. Keynes mezarından kalksa şaşkınlıktan dili tutulurdu muhtemelen.
Yetmedi, aynı Macron 'daha fazla ve daha fazla' Fransız malı satın alınması gerektiğinden bahsederken Fransa'da satılan elektrikli araçların %80'inin ithal olmasından dert yanıyor, son seçim kampanyasında %100 Fransa üretimi bir sektör sözü verdiğini, devlet olarak üç tane devasa batarya fabrikası inşa ettiklerini, batarya alanında 2027'ye kadar bağımsız olacaklarını ve sonrasında ihracata başlayacaklarını, devletin üzerine düşen her şeyi yaptığını, üreticileri ve sektörü desteklediklerini, lityum gibi hammaddeleri dahi ulusallaştırmak adına geri dönüşüme ve maden sektörüne yönelik yeni yasalar çıkarttıklarını, hidrojen konusunda devlet olarak ar-ge yatırımı yaptıklarını, bunun ulusal egemenlikleri için kilit önemde olduğunu anlatıyor.
Yine yetmediyse, bildiğimiz Emmanuel Macron, Çin'den ve Amerika'dan ithalat yapan kendi ülkesinin şirketlerini eleştiriyor, egemenlik vurgusu yapıyor, kelimesi kelimesine "Amerikalıların ve Çinlilerin bizlere hiçbir şeyi hediye olarak vermediklerinin farkına varmalı ve uyanmalıyız" diyor. Amerikalıların Amerikan malı tükettiğine ve bu yönde çok agresif bir devlet stratejisi olduğuna, Çin'in pazarını dışarıya kapattığına, buna cevap vermeleri gerektiğine dikkat çekiyor. 'Yok canım o kadar da değil' diyen varsa eğer, röportajın orijinalini bulup okuyabilir.
Atlantik'in öte tarafında ise Amerikan hükümeti benzer hamleler yapıyor. Macron'un örneği otomotiv endüstrisi üzerinden olduğu için oradan devam etmek gerekirse, aslında Biden hükümetinin uyguladığı planın sloganı her şeyi özetliyor:
"Amerika'da üret, Amerikan satın al."
Bu bağlamda Amerikan hükümeti de tüm sanayi ve teknoloji üreticilerini ülkeye geri gelmeye davet ediyor, teşvikler veriyor, gelmeyeni ise zorluyor. Bunun sonucunda ise sadece 2022 yılında
otomotiv sektörü bünyesinde 350.000 yeni istihdam yaratıldığı açıklandı. Elektrikli araçlar, mikroçipler, güneş panelleri, aşılar, aklınıza gelen her sektörde ABD ulusallaşmaya gidiyor, bu amaçla devlet akıl almaz büyüklüklerde (trilyon dolarlar havada uçuşuyor) teşvik paketleri açıklıyor, kamu yatırımı yapıyor.
Felsefeleri çok net: Fabrika-Amerika. Enerji bağımlılığı ve enerji enflasyonu gibi problemleri olmayan, dolayısıyla çok daha rekabetçi maliyetlerle üretim yapabilen Amerikan sanayisine karşı rekabet edebilmek adına Avrupa ülkeleri ise birbiri ardına dayanışma ve egemenlik açıklamaları yapıyor, yenilenebilir enerji yatırımlarına ve enerji bağımsızlığının önemine vurgu yapıyorlar.
İşte dananın kuyruğunun merkez bankası bağımsızlığına bağlandığı nokta da tam olarak burası. Avrupalı politika yapıcılar, ülkelerinin egemenlik ve bağımsızlığı söz konusu olduğunda, kamu yatırımlarına engel teşkil eden bu ezberi ellerinin tersiyle itebilecek dirayeti henüz gösterebiliyorlar.
Bugün gelişmiş ülkelerinin ekonomi politikalarının tamamı yerleşik neoliberal ekonomi öğretilerine, yani Türkiye muhalefetinin ekonomi politikalarını belirleyen akademisyenlerin, teknokratların okullarda öğrendiği ve öğrettiği felsefeye taban tabana zıt olmasına rağmen bu politikalar uygulanıyor.
Zira olması gereken siyasetin lokomotif, akademi ve teknokrasinin ise vagonları rayda tutan tekerler ve yol gösteren işaretçiler olmasıdır.
Oysa Türkiye'deki muhalefet partilerinin ekonomi politikalarını belirleyenler, aynı politikaları uygulaması gereken Türkiye'nin önüne çıkacak olan aynı engelleri yaratan bu politikaları savunmaya ve sürekli olarak gündeme getirmeye devam ediyorlar.
Millet ittifakının ekonomi politikalarına ve vaatlerine bakarsanız, on paragraf para politikaları, güçlü kurumlar, Merkez Bankası bağımsızlığı, parlamenter sistem anlatıyor, sonrasında sıra gelirse lütfedip bir cümleyle sanayi ve tarım politikasından, ekonomik bağımsızlıktan, üretimden bahsediyor.
Türkiye'nin para politikalarının düzeltilmesi, Merkez Bankası'nın bağımsızlığının temin edilmesi bizi en iyi ihtimalle bir krizden diğerine, bugün gelişmiş ülkelerin yaşadığı krize taşır.
Kendimi de bir üyesi sayarak, muhalefet olarak bizim yapmamız gereken ise aynı ezberlere ve yanlışlığı ispatlanmış öğretilere dönmeye çalışmayı bırakmak; iktidarın oluşturduğu gündemlere, popülist vaatlere, etnik ve kimliksel fay katlarına kapılmadan proaktif bir strateji yaratmak, bağımsız, özgür ve müreffeh bir Türkiye için bir vizyon ortaya koymaktır.
Sonrasında ise kazanacak adayı sahaya sürüp seçim havasına girmek, ülkeyi karış karış gezerek bu vizyonu anlatmak, gündemi takip etmek yerine belirlemek, muhafazakar değil ilerici olmak gerekiyor.
Ekonomi, teknokratlara bırakılamayacak kadar ciddi ve siyasi bir mevzudur. Yapılması gereken ders kitaplarında kalan öğretileri tekrarlamak değil, Türkiye'nin en büyük sorunlarına çözüm önerileri getirerek seçmenin karşısına çıkmaktır.
Örneğin Türkiye'nin en büyük ithal kalemi olan ve ekonomik bağımsızlığının önündeki en büyük engel olan enerji problemi... Veya güya uçup kaçan ihracat gelirimizin önemli bir kısmının yurtdışına uçmasına sebep olan hammadde ve ara mamül ithalatı problemi... Ya da markete giden vatandaşın canını yakan, doğrudan dövize ve enerji fiyatlarına endeksli olan ithal gıda problemi...
Neden, bu kısır döngünün dışındaki sosyalistlerin dışında, Türkiye'nin ekonomik bağımlılığının çok büyük bir bölümünü oluşturan bu üç konuda stratejik bir plan hazırlayıp seçmenin önüne koymuyor?
Neden hiç bir merkez partisi, iktidarlarında Türkiye'nin dört bir tarafını rüzgar türbinleriyle, güneş panelleriyle kaplayacağını, Türkiye'nin enerji ithalatını yüzde 40 oranında azaltacağını, bu hamleyle 300.000 kişilik istihdam yaratacağını, ekonomiye 200 milyar dolar katkı yapacaklarını (rakamlar tamamen uydurmadır, kimse bir çalışma yapmadığı için bilemiyoruz...), bu planı hayata geçirmek için devletin tüm olanaklarını seferber edeceklerini anlatmıyor?
%7,5 faizle kredi dağıtan, her gün başka bir paket açıklayan, sosyal konut projesi duyuran iktidara karşılık parlamenter sisteme dönüş ve bağımsız merkez bankası sunulan seçmenin hangisini tercih edeceğini düşünüyorsunuz?
Seçime bir yıldan az süre kalmışken, yine sosyalist partilerin dışında, Türkiye ekonomisinin kalkınması ve dışa bağımlılığının azaltılması için bütünlüklü bir planın parçaları olarak neden her ay başka bir sektör için bir plan duyurulmuyor?
Ne zaman yenilenebilir enerji konusunda düşünsem, aklıma bugün Millet ittifakının ekonomi politikalarını belirleyen Ali Babacan'ın Ekonomi Bakanlığı döneminde BP ve Shell temsilcileriyle görüşüp, 'yenilenebilir enerjiyi boş verin dediler, biz de yapmadık' demesi geliyor...
Ama hadi bunu bir kenara bırakalım, seçim takvimi başladı, biz ne yapıyoruz?