Yoksulluğun hızla yayılıp şiddetini arttırdığı ülkemizde, döviz kurlarındaki dalgalanma sonucu döviz, faiz ve merkez bankası çerçevesinde dönen yüzeysel tartışmalarla dolu bir haftayı daha geride bıraktık. İktidara yapılan eleştiriler her zamanki gibi haklı olmakla birlikte, muhalefet cephesinden de faiz arttırmak ve yatırımcılara sevimli görünmek gibi kalkınma bakımından hiçbir gelecek sunmayan modası geçmiş öneriler dışında elle tutulur bir politika vaadi sunana da rastlamak mümkün değil.
Zira defaatle belirttiğim üzere, siyaseti yatırımcıların kölesi haline getiren, her şeyin en iyisini ve doğrusunu bilen, asla ürkütülmemesi ve muntazaman pamuklara sarmalanması gereken serbest piyasa ezberini bozmadan yoksulluğa bir çözüm bulmak mümkün değil.
Bu yazı dizisi, neoliberal bir ekonomi politikası doğrultusunda, yani devletin kalkınma odaklı bir planı olmadan, sadece özel sektöre ve piyasalara alan açarak, sadece faiz vb. gibi para politikası araçları kullanarak bir yere neden varılamayacağının, Türkiye’nin ihtiyacı olan o radikal adımların neden atılamayacağının da genel bir resmini çizme amacını taşıyor.
Geçtiğimiz hafta, günümüzde tüm dünyada özel sektörün etkisi altında olduğu hissedar kapitalizmi felsefesinden ve bu felsefenin neoliberalizmle birleşince dünya çapında orta ve alt sınıfların gelirleri üzerinde nasıl yıkıcı bir etkisi olduğundan bahsetmiştim.
Kaldığımız yerden devam etmek gerekirse, ne pahasına olursa olsun kârlılığı arttırma amacı güden hissedar kapitalizmi felsefesinin ikinci önemli etkisi, şirketleri kâr oranlarını arttırmanın gittikçe daha ‘yaratıcı’ yollarını bulmaya zorlaması oldu.
1980’li yıllarda ABD ve dünyanın en büyük havayolu şirketlerinden American Airlines’ın birinci sınıf yolculara verilen salatalara sadece tek bir zeytin az koyarak yılda 40.000 dolar kâr etmesi meşhur bir hikayedir. Bir başkası, Xerox firmasının binalarındaki bitkileri sulamak için dışarıdan hizmet almak yerine, ofisteki her çalışanın bir bitkiyi evlat edindiği ve suladığı bir sisteme geçerek yılda 200.000 dolar kar etmesi. Bu tür ‘parlak’ fikirler ve hikayeler, müstehzi gülüşlerle birer yönetim başarısı olarak anlatılır.
Gerçekten de dünyanın önde gelen yönetim danışmanlığı firmalarından Bain’in araştırması, şirketlerin kâr artışlarının yarısını gelirlerini kısarak elde ettiğini gösteriyor.
Dünyanın bir ucunda yolcuların salatalarından birer zeytin çıkarmakla başlayan bu masum süreç, öteki tarafta satılan yiyeceğin paketini aynı boyutta tutarak içine daha az yiyecek koyarak devam eder. Bu fikirlerle yoğurulan ve hayal gücü daha ‘geniş’ olan bir başkası, bir sonraki aşamada sattığı kıymanın içerisine sakatat karıştırır. Bir diğeri ise zararsız olanı fazla pahalı olduğu için biraz daha ucuz (ve zehirli) bir tarım ilacı kullanmaya karar verebilir.
Neoliberalizmin buna cevabı ise basit: serbest piyasa nasılsa başarılı girişimciyi ödüllendirip başarısız olanı cezalandıracağı için devletin bu işlere karışmasına gerek yoktur. Abarttığımı düşünenleri, aşağıda vereceğim örneği okumaya davet ediyorum.
Teorik olarak son derece mantıklı gelen argümanların gerçek dünyada ne kadar gülünç olduğu çok açık olmasına rağmen, devletin özel sektör karşısındaki gücünü sürekli olarak azaltmanın sonuçlarını bir türlü öngöremeyen, ya da kabullenmek istemeyen neoliberal cenah, bildiğini okumaya devam ediyor.
Hissedar kapitalizmi kavramını açıklarken 1970’lerdeki doğumuna ve akademik geçmişine vurgu yapmamın sebebi, hissedar kapitalizmi kavramının ABD’de önce akademik çevrelerde, sonrasında bu fikirlerle yoğurulan işletme-iktisat-hukuk öğrencilerinin iş hayatına atılmasıyla özel sektörde, en sonunda da ABD’den dünyaya yayılarak dünya çapında adeta bir yasa haline gelmesinin önemine dikkat çekmek.
Üniversitelerden çıkan ve özel sektöre yayılan bu anlayış, arkadan gelen kuşakların da bu sistemi mükemmelleştirmeye yönelik bir düşünce sistematiği geliştirmesine yol açtı.
Şirket kârını arttırmak adına riskli, zorlu ve uzun vadeli yatırımlarla uğraşmak yerine şirketlerin mümkün olan tüm masraflarının kısılması yoluna gitmek, modern yöneticilerin baş tacı felsefesi haline geldi. Çalışan masraflarını azaltmak, bahsettiğim gibi ilk akla gelen ve uygulanan yöntem oldu.
İkinci yöntem olarak, diğer genel giderleri kısma yarışına başlanması uygulandı. Bu noktada akla ilk gelen soru, ya da itiraz, bir şirketin giderlerini kısıp tasarruf etmesinde ne sakınca var sorusu oluyor. Elbette ki bir şirketin tasarruf etmesi, genel giderlerini azaltmasında bir sakınca yok. Ancak bu mantık, ekonomiye ve özel sektörün işine karışmayan, karıştırılmayan, neoliberal devletle bir araya geldiği zaman insan hayatı ve çevre üzerinde geri döndürülemez sonuçlar ortaya çıkartıyor.
Çevre kirliliğini önleyen ‘pahalı’ teknolojilere yatırım yapmak yerine atıkları en yakındaki dereye boşaltan Türk şirketleri de, kendi devletleri bu konuda Türkiye kadar ‘esnek’ olmadığı için atıkları gemiye yükleyip ‘esnek’ ülkelere gönderen gelişmiş ülkelerin şirketleri de, aynı oyunun kurallarına göre hareket ediyor. Çevre felaketleri, doğanın talan edilmesi ve küresel ısınma, bu oyunun doğal birer sonucu.
Keza yetersiz iş güvenliği sonucu yaşanan iş kazaları da, aynı anlayışın birer sonucu. Neoliberalizmin yılmaz savunucuları, Türkiye’de yaşanan iş kazalarında suçu genellikle o dönemin iktidarına, ahbap-çavuş kapitalizmine, yozlaşan devletin denetim görevini yeterince yerine getirmemesine atma eğiliminde. Haklılık payı olmakla birlikte bu bakış açısı resmin tamamını göstermekten çok uzak.