Henüz küçük bir çocuktu ama uçsuz bucaksız hayallerin hakimiydi.
Uçsuz bucaksız dediysem içinde mal ve mülkün dolduğu değil, huzurun ve mutluluğun olduğu basit bir hayatın hayali.
Hem çocuksa ne olmuş canım. Elbet büyüyecekti ve elbet düşlerini gerçekleştirecekti.
Öyle ya, bu onun hayatıydı ve hayatıyla ilgili tasarruf hakkı da kendisine aitti.
Masmavi bir gökyüzü düşüyordu. Bir de o evin içini sohbetiyle ısıtacak bir eş. Hani şöyle pembe panjurlu ev hayali kuranlarından.
"İki de çocuğum olacak" diyordu. "Biri kız, biri erkek."
Evi, eşinin sohbeti ısıtırken, çocuklarının sesleri şenlendirecekti.
Olmadı.. O uçsuz bucaksız hayaller bir zümrüdüanka kulunun gagasında kaf dağının ardında saklanmıştı.
*
Bir cuma sabahıydı. Erkenden kalkmıştı yine. Cuma olduğu için gitti bir duş aldı. En güzel elbiselerini giydi. En güzel dediysem sizin artık giymek istemediğiniz için birilerine verdiğiniz yada ihtiyaç sahiplerine bağış yaparak sevaba girdiğinizi umduğunuz türden giysiler işte.
O sabah canı bir şey yemek istemedi. Anası; "İki lokma ye bari oğlum" dedi, ısrar ettiyse de yemedi sofrada zaten iki lokma olan yemeği.
Bir bardak çay alıp pencere yanındaki koltuğa oturdu, başladı pencereden dışarı bakmaya.
Bir çocukken kurduğu o muhteşem hayalleri düşünüyordu bir de şimdi yaşadığı gün gibi gerçekleri.
Bugüne kadar kendisini bir kez olsun arayıp, "Nasılsın?" demeyen insanların kendilerini uhrevi olarak tatmin ettikleri ve aynı anda belki de yüzlerce kişiye öylesine gönderdiği cuma mesajlarını okudu cep telefonundan. İçi sıkıldı.
O, asıl mesajı eşinden bekliyordu. Beklediği mesaj elbet bir gün gelecekti N'olurdu şimdi bir mesaj gelse, "Gel barışalım. Affettim" yazsaydı ya. Böyle ne tadı vardı günlerin ne tuzu mevsimlerin..
*
İş bulamayınca, günlük işlerde çalışmaya başlamış, onu da bulamadığı zamanlarda ayakkabı boyacılığı yapar olmuştu. Yine de yetiştiremiyordu. Ne yapsa olmuyor, doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyordu.
Bu yüzden açıktı eşiyle arası. Kaç defa barışmak istemiş ama olmamıştı. Üstüne bir de mahkemeden uzaklaştırma kararı aldırınca eşi, ne mesaj atabiliyor, ne yanına yaklaşabiliyordu. Dönecekti ama...
Bir gün mutlaka dönecekti.
Biliyordu...
*
Derin bir iç geçirdi. Öyle bir iç geçirmeydi ki yediklerini, giydiklerini beğenmeyenler karşısında olsa bir tufana tutulup da ardında kalmış çer çöp attığı gibi yerle bir olurdu. Darmadağındı duyguları..
Şöyle üç gün üst üste çalışabilse küçük çocuğuna söz verdiği oyuncağı alacaktı. Diğer çocuğu babasının halini anlayacak kadar büyüdüğü için bir şey istemekten çoktan vazgeçmişti.
Birden aklına geldi. Büyük çocuğu kendisinden bir şey istemiyordu belki ama o, 'baba' bildiklerinden isteyebilirdi.
O güne kadar kimseye anlatamamış olabilirdi derdini fakat çocukları için yapabilirdi bunu. Hem o kadar da zor değildi ya?
İsteyeceği mal, mülk, para değil, helal lokma kazanabileceği bir işti. Zamanında maaşını alabileceği, evine ekmeğini götürebileceği, çocuklarına bayramlarda bari bir kıyafet alabileceği bir iş...
*
Olmadı. Hangi kapıyı çaldıysa o kapı ya hiç açılmadı ya da yüzüne kapandı.
En son "Devlete gideyim" dedi. Öyle ya; En büyük 'baba'ydı devlet. Yaşamak istiyorsa yaşatmalıydı insanını.
Sen bir sakız almaya gör onun bile vergisini senden ister, asgari ücretle iş buldun mu, "Hani benim hakkım?" diye tepene binerdi madem, işsizken de iş bulmalıydı vatandaşına.
*
Belediye Başkanı'na gitti. Uzaktan başkanın yüzünü görünce memnun oldu. Güleç yüzlü, sevecen bir adama benziyordu. Hem belli ki bugün de çok mutluydu ki herkese bir mavi boncuk dağıtıyordu. Nasılsa o boncuklardan bir tanesi de kendisine düşerdi.
Düşmedi.
Aslında belki düşerdi de, düşürmediler.
Yaklaştırmadılar bile Başkan beyin yanına.
Seslendi, duyuramadı.
Sonra bir daha, bir daha...
Olmadı.
*
Artık taşıyamaz olmuştu kalp sızısını. Ne yapacağını düşündü. Aklına son bir çare geldi; 'şehrin en babası'na gidecekti. Devletin en büyük temsilcisine...
Yine görüşemezse boyun bükecekti mecbur kaderine.
"Devlet Baba" dedi, "Burada mı?"
Duyan olmadı sesini.
"Baba" dedi. Yine ses yok.
Yıkık, viran bir şekilde başladı feryada, figana..
"Allah rızası için bana yardım edin. İş istiyorum."
Ne bir sesini duyan oldu, ne de cevap veren..
"Meczup" dedi çevreden görenler. Acıyan gözlerle baktılar ona.
*
Artık dayanacak gücü kalmamıştı.
Sabah evden çıkarken 'sigara parası' diyerek ablasının verdiği üç kuruşa aldığı benzini döktü üstüne ve "Çocuklarım aç!" feryatları arasında çaktı çakmağı Adem Yarıcı.
"Yapma" diye bağırdı çevrenden biri ama artık çok geçti.
Bir kaç saniyede gökyüzü kızıla büründü birden.
Cürmü kadar yer yakıyordu işte o da..
O bir kaç saniyede bütün hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti mi bilinmez ama hatıralarından bir türlü silmek istemediği ve çocukluğunda kurduğu hayalleri düşündü. Bir tuhaf hissediyordu kendisini. Bir tarafta emanete sahip çıkamayıp asi olmanın pişmanlığı, bir tarafta birazdan olacakları bildiği için o kaçınılmaz kadere teslimiyet ve o teslimiyetin getirdiği bir rahatlık hissi.
Gülüyordu bir de. Tuhaf ama mutluydu. Çünkü hayatında ilk kez bu kadar insan bir araya gelmiş, kendisini için bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Elbiseleri vücuduna yapışırken alevlerden, kuş gibi hafiflemiş hissediyordu kendini.
Hemen söndürmeye çalıştı çevredekiler. Kimi suyla kimi yangın söndürücülerle müdahale etti.
Kendisi babalık sorumluluğunu yerine getiremediğinden dolayı canından geçmiş ama kendisinin 'baba' dediklerinden kimi; "Şov yapıyor" kimisi de; "Akıl hastası" demişti. 'En baba' olansa; "Daha önce de yapmıştı zaten" dedi.
*
Daha önce de bir kaç kez yapmış ama 'baba' sahip çıkmamıştı demek. Tabi ölmeyince o zamanlar, siz de duymadınız ben de yazmadım.
Yazıklar olsun bana, sana, ona, sözde 'baba' olup özde 'şambabası' olanlara.
Hem, bize ne canım. Bu Adem Yarıcı'nın hayatıydı ve hayatıyla ilgili tasarruf hakkı da kendine aitti.
Öyle mi?
BENİM ADIM ADEM. FERYADIMI DUYDUNUZ MU?
Merhaba.
Benim adım Adem. Annem ve babam herhalde ilk erkek evlat olduğum için Adem Peygamber'e atıfla koymuşlar bu ismi.
Siz adımı yeni duydunuz ve bir kaç gün 'belki' üzülüp sonra unutacak ya da belki yıllarca siyasi çıkarlarınıza meze yapacaksınız adımı.
Ama biliyor musunuz? Düne kadar ben de yaşıyordum.
Aynı sizin gibi...
Başarısız da olsam bir evlilik geçti başımdan.
Canımdan çok sevdiğim ve dünyalar güzeli iki evladım var.
Yani vardı. Düne kadar...
Gerçi onlar hala var da,
Ben yokum.
*
Biliyor musunuz? Onların karnını doyuramadığım için yaktım kendimi.
Çok üzüldünüz değil mi?
Kahroldunuz belki ben ölünce.
Gerçi duyuyorum, bazıları 'şovmen' ilan etmiş beni. Bazıları da anlam verememiş bu ölüme.
Kim bilir dış güçlerinin bir oyunuyumdur belki de ben.
Çocuklarımı doyuramadığım için kendimi yakan ben, aslında ülkeyi ateşe vermek, asıl sizi yakmak için yapmışım bütün bunları..
Duydunuz mu?
*
Diyorlar ki; çocuklarımı devlet korumaya almış. Artık iyi bakılacaklarmış canlarım.
Bir tas sıcak çorba içebilecek, bayramlarda yeni elbiseler alabileceklermiş.
Siz de duydunuz mu?
*
Bütün bunların olması için benim illa ölmem mi gerekiyordu?
Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor.
Neden çok gördünüz çocuklarımla mutlu bir şekilde yaşamamı?
Beni yiyip bitiren zaaflarınızı haykırdım durdum yıllarca,
Dirhem dirhem azalırken umudum her figanda,
Çığlık çığlığa bağırdım size "Çocuklarım aç" diye..
Duydunuz mu?
*
Benim adım Adem. Adem Yarıcı...
Feryadımı duyan var mı?
ADEM'İN HATIRLATTIKLARI
* Abdurrahim Karakoç'un Bayramlar Bayram Ola şiiri
* İbrahim Sadri'nin Kırmızı Araba şiiri
* İbrahim Sadri'nin Bizim Yaşadığımız şiiri
ADEMLER BİR DAHA YANMASIN DİYE
* Biz; özümüze dönmeliyiz
* Devlet; insanı yaşatmalı
* Dünya; kendinden olana aslan, olmayana üç maymun olmamalı