Kriz sürecinde Almanya'dan talep edilenlere direnen Merkel'i iknaya götüren sihirli cümle ise bir danışmanından gelmiş: "Zaten fiyatlanmış olanı satın alıp, sorunu kontrol altına almalıyız." Olan oldu, ders çıkarıp, geleceğe bakalım olarak özetlenebilecek bu yaklaşım, belki de Türkiye'nin de içinde bulunduğu durumu en iyi yansıtan cümlelerden biri...
Bir yandan uluslar dağıtılıyor, hemen yanı başımızda tam donanımlı orduların refakatinde şehir devletleri kuruluyor, öte yandan ulus-üstü birlikler inşa edilip büyütülüyor. Küreselleşme bizzat lokomotifi olan ABD tarafından rafa kaldırılırken BRICS ülkelerinin Suudi Arabistan'ı da aralarına alarak dolar hegemonyasına karşı bir alternatif oluşturmaya hazırlandığı haberleri basına düşüyor; dünya yeni krizler, yeni fırsatlar, yeni sistem tartışmalarıyla çalkalanıyor.
Eğer zaten fiyatlanmış olanı satın alıp sorunları kontrol altına alacaksak, önce içinde bulunduğumuz durumu tüm gerçekliğiyle resmetmek gerekiyor. Herhalde bunun ilk şartı da, 29 Ekim'de 100. yaşını kutlayacağımız Cumhuriyetimizden geriye ne kaldığının bilançosunun çıkarılması olmalı... Eğer olanlardan ders çıkaracak ve geleceği de buradan çıkarılacak derslerle tasarlayacaksak, öncelikle Cumhuriyetin yıkılmaya yüz tuttuğunu, onu korumakla görevli partinin ise, sosyal demokratların, liberallerin oyuncağı haline gelmiş, getirilmiş durumda olduğu için bu tasfiyenin bir parçası, ya da en hafif tabiriyle kurduğu düzen yıkılırken en itibarlı locaların değişmez mukimi olarak izleyicisi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Hiç kuşkusuz bunun en önde gelen nedeninin, ülkenin bağımsızlık savaşını yürütüp ulus devleti inşa eden partisinin zihnen atomlara bölünmüş olması diye düşünüyorum. Kaptan köşkünde oturan liderinin daha iki gün önce kuş tüyü yastıklarda yatırıp, kadife eldivenler giydirerek partiyi yönettirdiği el bebek gül bebek kurmayları, ana karargâhı, tüm stratejik karar al(ama)ma mekanizmaları ile birlikte karşı tarafa geçmişken, bu partinin eski ve yeni yöneticilerinin buluştuğu her iki kanadının da gün itibariyle neyi savunulabilir gördüğü veya savunuyor göründüklerinin ise ülkeyi ve partiyi yıkıma götürmekten başka bir işe yaramadığı ise apaçık ortada.
Bu ülkeyi bir arada tutan ulus devlet, bunun dayanağı da bağımsız bir cumhuriyet fikriyken, bunu gerçekleştiren iradenin vücut bulmuş hali olan cumhuriyetin kurucu partisi, dünyanın hiçbir yerinde kaydedici bir başarı öyküsü yazamayan, şimdilerde de batı tiplisi pazarlanmaya çalışılan sosyal demokrasinin kahredici yenilgiler zincirinin bir halkası olmamalı. Ulusların onyıllar boyunca gelişimlerini engelleyen neoliberalizmin kurbanlarından birisi olmaktan da kurtulmalı.
Bu itibarla, batı tipi bir sosyal demokrat parti yaratma hedefiyle yeni bir program yazma propagandası yapanların çabası, ülkemizin içinde bulunduğu şartlar ve mevcut siyasi iklim göz onünde bulundurulunca, kör göze sürme çekmekten öte bir anlam taşımayacaktır kanaatindeyim. Bugün bizlere kurtarıcı olarak sunulan Avrupa sosyal demokrasisinin durumuna 24 Temmuz tarihli 'Hatasını ilk kabullenen kazanacak' başlıklı yazımda değindiğim için burada tekrar etmek istemiyorum. Keza CHP'nin yeni parti programının belirlenebilmesi için üyelere yaptığı çağrının metninde yer alan kelimelerin seçimi dahi aynı bayat liberal yemeğin tadını veriyor:
“Cumhuriyet’in kuruluşunda temel bir rol oynamış olan CHP, bugünkü dünya ve Türkiye koşullarında demokrasi, eşitlik, özgürleşme, katılımcılık, bilime dayalı ilerleme dahil ortaya çıkan kritik alanlarda öncülük yapmasını sağlayacak yeni bir program hazırlamak ihtiyacı ile karşı karşıyadır."
Hem ülkemizin hem de bölgemizin refahı, barışı ve istikrarı için gereken demokrasi, katılımcılık ve benzeri meyvesiz tartışmaları tekrar tekrar yapmak değil; halkçı, yurtsever, bağımsızlık odaklı, planlamacı ve laik cumhuriyet değerlerini öne çıkaracak bir politik iradenin ortaya konulabilmesi, onun anahtarı ise bu kabiliyete sahip kadroların yaratılabilmesidir.
Bugün Türkiye'de ana akımda yapılan fikri tartışmalar, siyasetin gündeminde yer alan konular, halka anlatılanlar, kulislerde konuşulanlar, gazetelerde yazılıp televizyonlarda mesele yapılanlar, bunların tamamını bir araya getirsek ortalama bir yabancı gazetenin herhangi bir haberinin altındaki okuyucu yorumlarının seviyesine çıkamaz. Ana akım siyaseti oluşturan partilerin en yetkili organlarında yer alan isimlerin tamamına yakını, var olanın dışında bir çizgiyi hayal dahi edemiyor. Aynılaştırılan partilerin dönüp dönüp aynı politikaları uygulamasının sonucu ise ortada; ülke uçurumun, halk da sefaletin eşiğinde...
Dünyada artık kitlelerin hoşnutsuzluğu yönetilemez hale gelmiş; açlık ve sefaletin hüküm sürdüğü ülkemizde ise bir kaç ay önce seçim kazanmış cumhurbaşkanı, daha mazbatasının mühürü kurumadan bir kaç dolar için tura çıkmak zorunda kalmış durumda. Buna mukabil bu şartlarda bile partiye seçim kaybettiren, MYK ve PM üyesi, grup başkanı, başkan vekillikleri koltuklarında oturup, partiyi yönetmenin sadece kendi arkadaşlarını milletvekili ve belediye başkanı atamak olduğunu düşünenler, en büyük sorumluluk Genel Başkanda olsa da, sanki tek sorumlu oymuş gibi kendi koltuklarını korumak ve hatta genişletmek telaşına kapılmış durumdalar.
13 yıl kullandıkları yetkinin sorumluluğunu üstlenmeden tükenişin tek sorumlusu olarak Kılıçdaroğlu'nu işaret edip, uzun yenilgiler serisi sonrası haklı olarak ortaya çıkan tepkilerin, değişim ve yenilenme talebinin ardına saklanarak ve üstelik bunu devrim gibi sihirli bir değer üzerinden tariflemek de değişik bir tür cinlik sahi... Teşbihte hata olmaz, menüsü sınırsızmış gibi 'Ne vereyim abime?' diyerek müşterisini ikna etmeye çalışan garson refleksine benzetmek yanlış olmaz herhalde?
Tüm dünyanın basını, siyasetçileri, akademisyenleri, politika yapıcıları, düşünce kuruluşları artık sürdürülemeyen bu düzenin yerine koymak üzere "Nasıl bir devlet?", "Nasıl bir sistem?" tartışmaları yapıyor. 10 yıllık, 20 yıllık, 50 yıllık sanayi ve ticaret politikaları oluşturuluyor. Devletler henüz varlığı dahi bilinmeyen endüstriler yaratmak ve stratejik avantajlar elde etmek için planlar, programlar yapıyor; bunun için gerekli olan hammaddeye erişim sağlamak, tedarik zincirini oluşturmak, yan sanayiyi yaratmak, kalifiye işgücünü çekmek için projeler geliştiriyor; bunu başarmak için uluslararası ilişkilerindeki pozisyonlarını, reelpolitik durumlarını, bürokrasilerinin kabiliyetlerini, bütçelerini, ekonomik ve siyasi programlarını yeniden düzenlemekten çekinmiyor. Tüm bunları bilim ve teknolojinin gelişimini yakından takip eden kadroların önderliğinde yaparken bilimi ve teknolojiyi daha da ileri götürecek yeni kadroların yaratılmasına yatırım yapmaya da devam ediyorlar.
Tüm dünyada bunlar tüm hızıyla yaşanırken bizim siyaset esnafımız ise yeni bir yol bulmaktan ya da açmaktan ve bir lokomotif gibi ülkeyi peşlerine takmaktan aciz, vatandaştan çıkan homurtuların oktavına göre "Ne vereyim abime?" diyor.
Yok, artık yeter, istemeyiz kalsın.