Şüphesiz ki yeni formül arayışlarına girenler olmuştur, olacaktır. Ancak Türkiye'nin ihtiyacı formüllere değil, yeni bir paradigmaya, yani öznesi insan olan yeni bir siyaset anlayışına ihtiyaç var.
Bu yeni paradigmada Türkiye'de devletin dışarıda ve içeride konumunu, tavrını, ilişkilerini ve amaçlarını yeniden belirlemesi gerekiyor. Buraya varabilmek için ise öncelikle siyasette var olan düğümün açılması lazım.
Ana sorun, siyasetin beslendiği kaynakların tek yönlülüğü. Türkiye'de siyasetin yönü ve üretilen politikaların içeriği (çok uzun zamandır) dışarıya, ağırlıklı olarak batıya ve içeride ise sermayeye bağlı olarak belirleniyor. (Bu durumun sonsuz sayıdaki örneklerini sürekli yazıp çiziyoruz, köyden kente göç 'teşvik edilerek' ya da ülkeye milyonlarca sığınmacı alınarak işgücünün ucuzlatılması en son yazdığım iki örnek.)
Bu kendi başına şaşırtıcı bir durum değil elbette. Türkiye ekonomisinin dışarı bağımlılığı ve genel kırılganlığı, içeride her iktidarı batı ülkeleriyle ve sermayeyle 'iyi geçinmeye' zorluyor. İşin şaşırtıcı kısmı, gelinen noktada Türkiye'de devletin ve siyasetin, sermaye ve batıyla olan ilişkisinin 'iyi geçinme'nin çok ötesine geçmesi, siyasetin boynunda tasmayla gezer hale gelmesidir.
Dışarıda batıya, içeride de sermayeye her istediğini vermenin sonucu, ekonomisi göçmüş, üretimi bitmiş, gıda güvenliği dahi kalmamış, sokaklarında suç makinelerinin kontrolsüz ve kayıtsızca cirit attığı, yani içinde yaşadığımız Türkiye'dir. Fazla söze gerek yok.
İşte bu şartlarda, bugün içinde yaşadığımız toplum, gümbür gümbür gelen bir değişim talebiyle çalkalanıyor. Bir değişim talebinin varlığının herkes farkında, ancak talep edilen değişimin tam olarak ne olduğunu siyasetin görebildiğini düşünmüyorum. Görebiliyor olsalar hiçbir siyasetçi bugün yaptığı hiçbir şeyi yapmaz, söylediği hiçbir şeyi söylemez, verdiği fotoğrafı vermez, söylediğine gelen tepkilere şaşırmazdı.
Akla gelebilecek her türlü krizin içinde çalkalanan, her rengin her tonundan üçer beşer siyasi partisi olan Türkiye'nin (seçim atmosferine girilmediği dönemlerde) en büyük partisi kararsızlar ve henüz başka bir seçenek örgütlenemediği için de 'tıpış tıpış sandığa giderek' el mahkûm oy verenler. Bu gerçek bile paragraflarca yazıya bedel.
İşte bu Türkiye'de seçim kazanmak, iktidar olmak için artık kimsenin helalleşmeye, fonlara, FETÖ artıklarına, tarikatlara, mafya bozuntularına, TÜSİAD'lara, MÜSİAD'lara ihtiyacı yok.
İktidar için ihtiyaç duyulmayan, üstelik sadakatlerinin Türkiye'ye olmaması sebebiyle artık herkes tarafından tanınan ve mimlenmiş kişi ve kurumlarla iş tutmak, artık seçim kazanmanın değil, aksine kaybetmenin formülüdür.
Bir iktidarın normal şartlarda seçmene, yani halkına sırtını dayayıp yönünü ona göre çizmesi, dış aktörler ve ülkelerle de çizdiği yön doğrultusunda bir ilişki kurması gerekir. Oysa Türkiye'de bunun tam tersi söz konusu: politika dış aktörlerle kurulan ilişki sonucu oluşturuluyor, halkla ise bir alacak verecek pazarlığına giriliyor. "Alın size sosyal yardım, alın size 3600 ek gösterge, alın size ucuz kredi, aman bizim işimize karışmayın, sığınmacılara ses etmeyin...", mantık bu.
Türkiye'de artık halk, özellikle de 20 yıldır AKP tarafından görmezden gelinen muhalefet seçmeni, bu dinamikten bıkmış durumda. İnsanlar hayatlarını doğrudan etkileyen olaylar hakkında söz sahibi olmak, seslerini duyurmak istiyor, kulak tıkayana, kendi partisinden dahi olsa, diş gösteriyor.
Siyasetin bu ihtiyaca cevap vermesi gerekiyor, aksi takdirde Türkiye'nin önünün açılması mümkün değil. Bu ihtiyaca cevap verebilmek içinse daha önce de belirttiğim gibi, siyasetin beslendiği kaynağın değişmesi, en kötü ihtimalle çeşitlenmesi gerekiyor.
Kendi halkından icazet alan bir iktidarın batıya ya da sermayeye yaranmaya da, icazet aramaya da ihtiyacı olmayacağı gibi, Türkiye'nin önünü tıkayan birçok sorunu çözebilecek meşruiyeti yaratmanın anahtarı da burada bulunabilir.
İktidar olmak isteyenlerin, halkın çok açık taleplerine kulaklarını açmaları, bahsettiğim paradigma değişimine kapı aralamaları gerekiyor, bu kadar basit.
Peki bu yeni paradigma nedir?
Batının Türkiye'den beklentileri, Türk halkının batıdan beklentileriyle sürekli bir çelişki halindedir. Bu çelişki bazen doğru anlaşılamadığı bazen de doğru yönetilemediği için sürekli kriz çıkarmaktadır.
Bu iki cümlenin yarattığı sonuçların ağırlığı, koca bir ülkenin on yıllardır hem iç hem de dış politikada nereye gittiğini bilmeden savrulup durmasına yok açıyor.
Hiç uzatmaya gerek yok, lafın kısası, Türkiye batıyla olan ilişkilerinde yeni bir dinamik yaratmak zorundadır. Zira hâlihazırda var olan dinamik, (tam bağımlılık) ülkenin bu noktaya gelmesinin en önemli sebeplerinden birisidir. Bunu söylerken amacım hamaset yapmak ya da kuru bir batı karşıtlığı propagandası değil. Bunun bir anlamı olmadığı gibi sorunların çözümüne de bir katkısı olmayacaktır.
Ancak objektif olarak bakıldığında ABD'nin hayalindeki Türkiye, dışarıya bağımlı açık bir pazar olarak etliye sütlüye karışmadan gerektiğinde NATO'nun ameleliğini yapan bir ileri uç karakolundan fazlası değildir. Keza Avrupa'nın hayalindeki Türkiye de ucuz iş gücü verip mal alan, bu arada da Avrupa'nın sınırlarını güvenli tutan bir sığınmacı hapishanesidir. (DEVAMI YARIN)